Adaletsizlik hem devlet, hem de toplum için en büyük felakettir. Devlet; yönetim sistemiyle ve kurumlarıyla bir bütündür. Adaletsizlik sonucu birisinde baş gösteren çürümüşlük, bütün kurumları ve sistemi tahrip eder.
Söz konusu çürümüşlük, hukuk ve siyaset kurumlarında oluşması durumunda tahribatın boyutları tahmin dahi edilemez.
Türkiye Cumhuriyeti, evrensel anlamda demokratik bir hukuk devleti olmasa da kuruluş felsefesi ve siyasal rotası hep demokrasi ve hukuk istikametinde olmuştur. En azından demokrasi ve hukuk devleti taklidi ile yola devam etmiştir.
‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ ile mukayese edildiğinde, taklidini arar hale geldiğimiz çok açıktır. Kuşkusuz geçmişe dönük bu arayış; ülkemiz ve toplum açısından onur kırıcı, aşağılayıcı bir durumdur.
Mevcut sistemin inşasında siyasal sorumluluk; iktidar partisi, bileşenleri ve müttefiklerinin olsa da katkısı olan herkesin sorumlu olduğunu, sessiz kalanların da bu vebale ortak olduğunu belirtmek isterim.
Ayrıca bu değişimin Türkiye’nin siyasi istikametini, barış ve istikrar arayışını derinden sarstığı ortadadır. Yaklaşık yüz yıllık çabanın, tecrübe ve birikimin nasıl heba edildiğini hep birlikte -istisnalar dışında- sessiz, duyarsız bir biçimde izliyoruz.
Oysa geçmişte, en azından siyasal iktidarlara karşı sessiz ve duyarsız kalınmadığını çok iyi biliyoruz. Demokrasi mücadelesinde ödenen ağır bedelleri görmezden gelmek, yok saymak büyük bir haksızlık olur.
Darbeler, muhtıralar, 28 Şubat ve 15 Temmuz gibi post modern siyasi müdahalelerle ödettirilen bedelleri unutmak mümkün mü? Siyasi idamlar, ağır mahkumiyetler, infazlar, sürgünler, yasaklar ve baskılar sonucu yaşanan trajediler hafızalarda canlılığını korumaktadır.
Buna rağmen hiçbir dönemde Türkiye’nin rotası değiştirilmemiş, istikameti belirsiz bir konuma düşmemiştir. Bunun başlıca nedenlerinden biri siyasal ve toplumsal duyarlılık değil de nedir?
Darbeler sonrası dahi her seferinde kaldığı yerden yeniden demokrasi hedefiyle yola devam edilmişse, bunda siyasetçilerin ve toplumsal duyarlılığın etkisi inkâr edilemez.
İlk defa açıktan bir askeri müdahale olmaksızın, siyaset ve mevcut siyasi iktidar marifetiyle demokrasiye son verilmiştir. Çok partili parlamenter sistem yürürlükten kaldırılarak otokratik bir sisteme geçilmiştir. Baş rolde askerin değil de siyasetçilerin ve siyasi partilerin olması, Türkiye açısından gerçekten bir utanç tablosu oluşturmaktadır.
Bu tabloda hala siyasi partilerin, seçimlerin olması, artık bir görüntü ve şekilden öteye bir anlam taşımamaktadır. Yasal değişiklerle parlamento işlevsiz hale getirilmiş, milletvekilleri etkisiz ve yetkisiz kılınmış, yargı-yasama ve yürütme tek elde toplanmış, kurumlar dağıtılmıştır.
En önemlisi de bu değişikliklerle, Türkiye’nin muasır medeniyet seviyesine ulaşma, demokrasi ve hukuk devleti olma hedefi ortadan kaldırılmıştır.
Söz konusu değişikliklerin, hala yürürlükte olan Anayasa’ya aykırı olması ve iktidar aktörlerinin Anayasa ve yasalara uymaması, siyasal ve toplumsal yozlaşmayı ve çürümeyi de hızlandırmıştır.
Bir yönetim anlayışında kural ve yasa tanımamak söz konusu olduğunda ve buna karşı kuralları, hukuku savunacak alternatif bir siyaset geliştirilememesi durumunda, doğal olarak dramatik sonuçların ortaya çıkacağı tecrübelerle sabittir.
Bu nedenle muhalefetin demokratik bir siyaset ve demokratik bir ittifak ile alternatif oluşturması artık bir zorunluluktur. Aksi halde, bu değişimin artık bir çöküş ve yıkım tehlikesi oluşturacağını öngörmek hiç de zor değildir.
Peki, bütün bu olumsuz gelişmeler karşısında toplumun ilgisiz, sessiz kalması veya öyle görünmesi düşündürücü değil midir?
Başlangıçta toplumsal çoğunluk, Türkiye’nin istikamet ve sistem değişikliğini anlamamış ve bu nedenle de ilgisiz kalmış olabileceği düşünülebilir. Ancak sistem değişikliğinin neden olduğu bunca adaletsizlik, haksızlık, hukuksuzluk, ayırımcılık karşısında sessiz kalmanın haklı gerekçelerini bulmak mümkün mü?
Yolsuzluk, talan, yağma ve en son olarak siyaset-mafya ilişkileri karşısında dahi sessiz kalan bir toplumsal duyarsızlık söz konusudur. Çetelerin devlet adına böylesine racon kestiği bir ortamda yönetim, siyaset ve devlet sorgulanmayacaksa toplumsal duyarlılıktan nasıl söz edilebilir?
Sistem ve istikamet değişikliği, iktidar ve yönetimin keyfiliği dahil, olup bitenler karşısında adeta bir ‘sessiz mutabakat’ varmış gibi bir görüntü oluşmuştur.
Bu durum, Melissa Steyn’in "Bilgisizlik sözleşmesi" olarak tanımladığı Güney Afrika halkının tavrını hatırlatmaktadır.
Melissa Steyn bu tanımı, yaklaşık 40 yıl Güney Afrika’nın siyah halkına baskı uygulayan Apartheid rejimine sessiz kalan “sıradan Afrikalıların tavrını tarif etmek amacıyla” kullanmıştır. Siyahi halkın sessizliğini “çoğunluğun gönüllü körlüğüne dayalı yazılı olmayan bir mutabakat” olarak tanımlamıştır.
Bu bağlamda “Bilgisizlik sözleşmesi”; “yapılan tüm yolsuzluklara, haksızlıklara, adaletsizliğe rağmen bunu görüp de ses çıkarmayanları da suça ortak eden gizli bir sözleşme” olarak anlaşılmaktadır.
‘Sessiz mutabakat’ olarak belirtmeye çalıştığım toplumsal durumu, 20. Yüzyıl İngiliz Edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan George Orwel, asıl adı Eric Arthur Blair (1903-1950) şöyle ifade etmektedir:
“Rüşvetçi politikacıları, düzenbazları, hırsızları ve hainleri seçen halk kurban değildir, suç ortağıdır”
Bu gerçekliğe rağmen, toplumsal çoğunluğun haksızlıklar karşısında sessiz kalması, iktidar ile “sessiz bir mutabakat” içinde olması, aydınların, bilge ve siyaset adamlarının itiraz etme sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Adaletsizliğe itiraz ederek iktidarları uyarmak, toplumsal çoğunluğun sessizliğine rağmen toplumsal yararı savunmak her aydın ve ahlaklı siyaset adamının bir sorumluluğudur.
Bunun en güzel örneklerinden birini Sokrates, hâkim karşısında şu sözleriyle göstermiştir:
“Ben Tanrı tarafından bu devlete gönderilmiş bir at sineğiyim. Ve bu devlet, koca cüssesi nedeniyle yavaş hareket edebilen ve canlanması gereken bir attır.
Ben de Tanrı’nın bu devlete musallat ettiği bir at sineği gibi bütün gün boyunca her yerde sizi uyandırıyorum, hareketlendiriyorum, azarlıyorum ve ikna ediyorum.
Ve eğer Tanrı sizi düşünerek bir at sineği daha göndermezse, hayatınızın geri kalanını uyuyarak geçirirsiniz.
Kurulu düzene muhalif olanlar bir cins at sineğidir. Siz onu kolaylıkla ezip yok edebilirsiniz. Ama bu hareketiniz toplum için büyük zararlara yol açacaktır. Topluma yol gösterme işlevi gören muhalifler yok edilirse bundan ancak toplumun kendisi zarar görecektir.”
Adaletsizliğe ve haksızlıklara muhalefet etmek bir erdemdir, başarmak ise iktidara cesaret veren ‘sessiz mutabakat’ görüntüsünü bozmak ve demokraside ittifak etmekle mümkündür.
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR