Esas itibariyle hukuk, yasa, kanun demek olan şeriat, genel tanımıyla “bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyici din esaslı kuralları” ihtiva eden “bir semavî dine dayanan hükümler bütünü” olarak tarif edilir. Yahudi şeriatı, Hıristiyan şeriatı, Müslüman şeriatı gibi tanımlamalar yanında Roma Katolik Kilisesi Hukuku, Ortodoks Kilisesi Hukuku Anglikan Kilisesi Hukuku gibi tanımlamalar da söz konusudur. Yine bu bağlamda Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın birer şeriatı vardır.
Tarihi süreç içinde oluşturulan İslam kültüründe şeriat, “İslâm’a ait dinî, ahlâkî ve hukukî hükümler bütünü” anlamında bir terim olarak kullanılmaktadır. Bu boyutuyla şeriat, din ile aynı anlamda ve çoğu zaman din yerine kullanılır. Hatta Şeriat’a, klasik kaynaklarda ve toplumsal hayatta din kavramından daha çok vurgu yapılmaktadır. Çünkü şeriat ile “Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü” kastedilmektedir.
Emevilerin saltanat rejimiyle "dinde reform" veya "dinden sapma" hareketi sürecinde, şer’i ve örfi olarak ikili bir hukuk sistemine geçilmiş ve ikisine birden İslam hukuku denilmiştir. Oysa örfi hukuk, kaynağını örf ve adetten alan ancak özellikle ”kamu hukuku alanında olmak üzere kamu yararının gerekli kıldığı konularda devlet başkanlarınca yapılan düzenlemelerden” ibarettir. Sasani ve Bizans hukukunun saltanat sisteminin kurumsallaşmasındaki rolü de bilinmektedir. Bu anlayışla geliştirilen hukuk sistemi, günümüze kadar din/İslam anlamında “şeriat” olarak tanımlanmıştır.
Bu durumda şeriat, referanslarının bir bölümünü dinden alır. Geri kalanını ihtiyaca göre örf, gelenek, müçtehitlerin içtihatları, yargıçların yorumları ile müftü ve şeyhülislamların fetvalarından oluşur. Söz konusu içtihat, yorum ve fetvalar da, zamana, koşullara ve farklı toplumların hayat tarzlarına göre değişebileceği kaçınılmazdır. İslam ise hem zaman, hem de mekân itibariyle evrenseldir. Şeriat/hukuk, toplumsal yapıya göre düzenlenmesi gereken bir olgudur. Aksi halde yönetim, ceberut, jakoben bir yapıya dönüşür. Şeriattaki değişim zorunluluğu Kur’an ifadesine de uygun dişemektedir:
“Biz, her bir toplum için farklı bir yol (bir sistem, bir yöntem) ve farklı bir şeriat (hukuk/hayat tarzı) belirledik. Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek topluluk yapardı…” (Maide/5:48)
Bu anlamıyla şeriatı, bir sistem/düzen olarak Allah'ın hükmü kabul edip kurallarını uygulamayanları de "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler Kâfirlerdir" (maide/5:44) ayetine dayandırarak “kâfir” saymak doğru değildir. Çünkü Allah’ın hükmü ile kastedilen şeriat değil, adalettir.
“Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret! O hâkimlerin en üstünüdür.” (Yunus/10:109)
Ne yazık ki şeriat-din/İslam ilişkisinin bir benzeri şeriat-adalet ilişkisinde de yaşanmaktadır. Şeriat, din yerine kullanıldığı gibi adalet yerine de kullanılmaktadır. Bu ilişki, köklü ve katı bir inanca dönüştüğü için birbirinden ayırmak hem çok zor, hem de çok risklidir. Çünkü adalet ve İslam, “şeriata inanmak ve teslim olmak” şeklinde anlaşılan bir iman ilkesine dönüştürülmüştür. Oysa İslam ve adalet, şeriattan farklı kavramlar ve uygulamalardır. Birbirinden asla ayrılmayan İslam ve Şeriat değil, İslam ve Adalettir!
“Bugün dininizi sizin için tamamladım, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve sizin için din olarak İslâm`ı uygun gördüm.” (Maide/5:3)
“Rabbinin sözü, doğruluk ve adâlet bakımından tamamlanmıştır. O`nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur.” (En’am/6:115)
Adâlet, “düzen, denge, denklik, eşitlik, orta yol, istikamet, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmaktadır ve doğrudan Allah ile ilişiklidir. Allah’ın ‘ADL’ sıfatı da bunu doğrulamaktadır.
“O, seni yaratıp sana şekil veren, seni düzgün ve ölçülü kılan (adl), istediği şekilde seni terkip edendir.” (İnfitar/82:7-8)
İslam düşüncesinde adalet amaçtır, Şeriat/hukuk ise araçtır. Esas olan adalettir, adalet varsa hukuk vardır. Şeriat/hukuk adaleti tesis ettiği ölçüde meşrudur. Platon adaleti “en yüce erdemlerden biri” olarak ifade eder. İslam düşüncesinde ise kanaatime göre adalet, bütün erdemlerin toplamıdır. Çünkü adaletin olmadığı yerde, İslam’dan da, ahlaktan da söz edilemez.
Hz. Ömer Şeriat ile değil adalet ile emsalsiz bir yönetim sergiledi. O, şeriatı bir araç olarak adaletin tesisi için yorumladı. Ne yazık ki asırlarca şeriat ile yönetilmesine rağmen, sistem olarak Hz. Ömer modeli bir daha hiç hayat bulmadı. Çünkü öldürülen sadece Halife Ömer (r) değildi, onunla beraber adalet de katledilmişti. Bireysel ve sivil toplum içinde uygulama alanı bulduysa da, Hz. Ömer döneminde yaşanan saadet ve yönetim sistemi olarak adalet bir daha hiç olmadı. Zamanında dünyanın en zengin coğrafyasını yöneten Hz. Ömer, öldüğünde mintanında tam 14 yama vardı. Giyinmesine engel bir şeriat kuralı da yokken bu hayat tarzının nedeni O’nun ‘ADİL’ olmasından başka ne olabilir? Emile Zola’nın ifadesiyle “Adalet ancak gerçekten, saadet ancak adaletten doğabilir.”
Şeriat/hukuk, evrensel ilkelerden daha çok yerel, örf, gelenek ve özellikle siyaset ile iç içedir. Adalet ise evrenseldir. Şeriat, insanların birbirleriyle ilişkilerinde ortaya çıkan sorunlarla veya kendilerini ilgilendiren gelişmelerle ilgilidir. Adalet ise, insanların birbirleriyle olduğu kadar, insanın diğer canlılar ve varlıklarla ilişkilerinde ve yönetimde de uyulması gereken bir ilkedir. Çünkü evren sadece insanlara ait değildir, o, yalnız yaratıcının (Allah) hükümranlığındadır.
“Hükümranlığında O`nun hiçbir ortağı da olmamıştır. O her şeyi yaratmış ve bir ölçüye göre (takdir etmiş) düzenlemiştir.” (Furkan/25:2)
Allah, evreni bir ölçü ile yaratmış ve adaletin gereği olarak evrendeki her varlık da bu ölçüye göre uyum ve ahenk içindedir, aralarında bir denge vardır. Bu dengeyi koruyacak olan da adalettir.
“Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. Sakın ölçüyü bozmayınız! Ölçüyü adaletle tutunuz ve adaletsiz davranarak kendinize yazık etmeyiniz.!” (Rahman/55:7-9)
Adalet, bir mizan ile kurulan evrenin işleyişini bozmamak, bozulanı yeniden bu mizana göre imar ve inşa etmektir. Buna göre adalet, insanın evrenin işleyişine uyum sağlamasıdır. Var olan her şeyin gerektiği gibi varlığını korumak ve herkese kendine ait olanı vermektir. Çünkü her şeyi yerli yerine ve lâyık olduğu yere koyarak ancak adalet, yani evrenin düzeni korunmuş olur.
“Eğer hak onların keyfî arzularına uysaydı göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların düzeni bozulurdu” (el-Mü’minûn 23/71)
Kâinat (evren) nizamının korunması, ıslah ve imar sorumluluğu, emaneti yüklenen insana aittir. Bu emanet de ancak adalet ile ve adil olmakla yerine getirilebilir.
“Allah size, mutlaka emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah, her şeyi işitendir; her şeyi görendir.” (Nisa/4:58)
Allah, adalet ile kendisini de bağlamıştır. Çünkü Allah da ancak adaletle muamele eder.
“Biz, kıyamet günü için adâlet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa onu getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz.” (Enbiye/21:47)
Mü’minler olarak bizim dinde arayışımız şeriat değil, adalet olmalı. Şeriat/hukukun referansları kısmen dini olsa da, ihtiyaca ve koşullara göre ortaya çıkar. Adâletin referansı ve dayanağı ise iman ve hakkaniyettir. Bunun için de mü’minlere düşen; adil olmak, adaleti gözetmek ve adaletle hükmetmektir.
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olunuz; bu takvânın (sorumluluk) ta kendisidir. Allah`a isyandan sakınınız. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.” (Maide/5 :8)
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutunuz; kendiniz, anne babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Haklarında şahitlik ettikleriniz zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara sizden daha yakındır. İğreti arzularınıza uyup adaletten sapmayınız. Eğer şahitlik ederken dilinizi eğip bükerseniz ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızı bilir.” (Nisa/4:135)
Diyebiliriz ki, Müslümanların şeriat talebi, adaleti tesis etmekten daha çok devlet-egemenlik-güç ve iktidar içindir. Çünkü şeriat, devlet/iktidar olmayı zorunlu kılar. Oysa devletler, adaleti hedeflemez, güçlü olmayı hedeflerler. Şeriat iddiasındaki Müslümanların iktidarları da, kurdukları devletler de bundan farklı olmamıştır. İslam ise devleti değil, adaleti esas alır. Bu nedenle bizler de devlete, şeriata değil, İslam’ın esası olan adalete, hakka, hakkaniyete iman etmeliyiz.!
İnsanlığın ve bütün varlıkların ortak paydası olan adalet nizamında birleşmeli, her varlığın hakkını, hukukunu adalet ile dağıtmalı ve korumalıyız. Adalet talebinde ve arayışında yan yana ve omuz omuza dik durmalıyız. Unutmayalım, dünyada adalet olmadıkça, insan hayatının da hiçbir değeri olmaz. İnsanı değerli kılan adalettir..!
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR