Seyda’mın Vefatı Üzerine!
Şark toplumları için bir “Yıldız” gibi parlak sayılan Seydalardan biri daha vefat etti. 14 Eylül 2018- Cuma’yı Cumartesi’ne bağlayan gece, Diyarbakır-Hazro doğumlu Seyda Molla Abdullah Düşünücü, 17 yıllık hastalık sürecinden sonra 89 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuştu. Norşin ekolüne mensup olan Seyda, yine kendisi gibi aynı ekolün temsilcilerinden ve yakın tarihte vefat eden Seyda Molla Hüseyin Elçi (Boti) nin medfun olduğu aile mezarlığına defin edildi. Her Seyda’nın vefatı gibi, kendisinin vefatından da derin bir üzüntü duydum. Ancak bu seferki üzüntü, benim için sarsıcıydı. Çünkü vefat eden benim Seyda’mdı ve ben hem Seyda’yı hem de Aziz bir dostu kaybetmenin üzüntüsünü yaşadım. Allah, rahmetiyle şad etsin.
Kendisiyle ilgili bilgilendirmeyi yapmadan önce, birbirleriyle bağlantılı olan Medrese- Müderris ve Seyda terimlerini kısaca açıklamak istiyorum.
Arapça bir kelime olan Medrese, «ders okutulan yer/mektep, okul» demektir. Bir dönem, ”Üniversite veya Yüksek Okul” dengi olan bir statüye sahipti. Bu dönemde, dini ilimler yanında sosyal ve fen ilimlerinin de öğretildiği kurumlar olarak faaliyet gösteriyordu. Daha sonra sadece Arapça ve dini ilimlerin öğretildiği kurumlara dönüştürüldü.
Müderris ise, medreselerde “ders vermeye yetkili ilim sahibi” kimse manasındadır. Müderris kelimesi, bugünkü literatürde “öğretmen, okutman, öğretim üyesi” tanımına denk düşmektedir. Makamına da “müderrislik” denilmiştir. 1924'te medreselerin kapatılmasıyla müderrislik, 1933'te yapılan Üniversite reformu ile de Müderris ünvanı kaldırıldı.
Şark medreselerinde, öğrenim gören öğrencilere Feqi, Talip, medrese mezunlarına Mela (Molla), ders veren öğreticilere Müderris, baş öğreticiye de “Seyda” denir. Seyda’nın bugünkü etiket karşılığı profesörlük ünvanıdır. Ancak Seydalar, sadece unvan ve bilgileriyle değil, irfan, hikmet, ahlak gibi özellikleriyle de temayüz eden kişilerdi. Ayrıca Profesörlükten farklı olarak Seydalık; “Kadı, Bilge ve Önder Şahsiyet” olarak kabul görmüştür. Müderrislerin, Seydaların halk nezdinde hep yüksek itibarları olmuştur. Osmanlı döneminde ve yakın tarihe kadar Şark’ta, hukuki meselelerde ve anlaşmazlıklarda Saydalar ve Mollaların devreye girmesiyle sorunlar “sulh” yoluyla çözülüyordu.
Şark toplumlarında büyük itibar gören bu şahsiyetler, tarih boyunca yöneticilerin zulmüne, haksızlığa, hukuksuzluğa karşı halkın yanında olmuş, kavga ve düşmanlıklarda toplumsal barışı tesis etmek için önemli roller üstlenmişlerdir. Bunlar arasında Mir, Bey, Ağa, devlet gibi güç ve iktidardan yana olmuş kişiler olsa da, bunlara karşı tavır koyabilen, toplumdan yana duruş sergileyen önemli şahsiyetler de hep olmuştur.
Esas itibariyle medreseler; ilmin gereği olarak özgür, özerk olmayı zorunlu kılar. X. asra kadar üzerindeki baskı ve dayatmalara rağmen bu özelliğini koruduğu söylenebilir. Ancak, özellikle XIII. yüzyıldan itibaren, istisnalar dışında özerk, özgür, bağımsız, bağlantısız bir anlayıştan ve kurumlardan söz edemeyiz. Medrese ve tarikatların iç içe geçmesiyle birlikte tefekkür ve taakkul boyutu da zayıfladı. XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren günlük siyaset, ideolojik gruplar ve örgütlü cemaatlerle organik ilişkiler de medrese geleneğini yaralayan en önemli gelişmelerdir.
Türkiye'de Demokrat Partinin siyasi sahne almasından sonra, tek parti döneminin baskı ve zulmünden bunalan medreselerde de “politik tercih” ihtiyacı ortaya çıktı. Bu açılım aynı zamanda çözülmeyi de beraberinde getirdi. Özellikle 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinin sonuçlarından etkilenen kurumlar arasında yer alan medreseler, ideolojik ve politik zehirlenme ile yozlaşmaya, farklı “cihad” yorumu üzerinden kendi içinde kamplaşmaya, İman ve Küfür ithamlarıyla düşmanlaşmaya başladılar. 1990’lı yıllarda yaşanan cinayetler bu yozlaşmanın sonucuydu. Kuşkusuz, bu olaylardan sonra medreseler büyük bir itibar kaybına uğrayarak, halk arasında güven duyulmayan kurumlar listesine eklendiler.
Medreselerin henüz farkına varmadıklarını düşündüğüm kirli bir oyuna da dikkat çekmek istiyorum. Söz konusu edeceğim camia içerisinde elbette çok sayıda düzgün, saygın insanlarımız ve ilim adamlarımız mevcuttur. Onların bu oyunda hiçbir rolleri de söz konusu değildir. Son 15 yılda Diyanet teşkilatları, İmam Hatip Okulları ve İlahiyat çevrelerinin Müderris ve Seydalara karşı başlattığı sessiz-sistematik bir faaliyet göze çarpmaktadır. Birbirlerine “Seyda” diye hitap ederek “Seydalık” müessesini itibarsızlaştırmaya çalışmaktadırlar. Katıldığım taziyelerde de, din görevlilerinin bilinçli/bilinçsiz bu tutumlarını gözlemlemekteyim. Din görevlilerinin birbirlerini yüksek sesle “Seyda” diye çağırdıkları gibi, medrese geleneğinde “Mela” dahi sayılmayan cübbeli, sarıklı, sakallı cahillere “Seyda” diye iltifat etmektedirler. Kimileri de, geçmişten beri, Kur'an'ı yüzünden dahi doğru okuyamadığı halde iltifat görmek için sarık- sakal- cübbe ile toplum arasında dolaşarak “Seydalık” itibarını düşürmektedir. Bunların sayısında da bir artış olduğunu müşahede ediyorum.
Medrese geleneğine aykırı olarak birisine “Mela” denmesi, müderrislik dahi yapmayan birisine de “Seyda” denilmesi iyi niyetli bir ifade biçimi değildir. Başına “Takke” koyana “Mela”, “Sarık” bağlayana da “Seyda” denilmesini; haksızlık ve hadsizlik olarak değerlendirdiğimi ifade etmek istiyorum. Bu insanların itibarını korumak, ilmin itibarını korumaktır. Polİtize olmamış, hiçbir ideolojik ve örgütsel aidiyeti olmayan, kimliğini onurla taşıyan, saf, sade, temiz, ahlaklı mollalarımıza ve Seydalarımıza sahip çıkmayı bir görev ve sorumluluk biliyorum. Kuran-ı ezberleyenlere “Hafız”, Mevlit okuyanlara “Mevlithan” denildiği gibi, imamlara “İmam efendi”, Müezzinlere “Müezzin efendi”, vaizlere “Vaiz efendi” ve müftülere de “Müftü efendi” denilmesinin daha doğru ve daha ahlaklı olacağını düşünüyorum. Seydalar, Müderrisler bizim değerlerimiz ve toplumsal barışımızın teminatıdırlar. Bu konuda “duyarlı olmak” gerektiğini özellikle belirtmek istedim.
Seyda Molla Abdullah Düşünücü, 25 yıl zorunlu hizmet süresini bitirdikten hemen sonra, görevli olduğu Ş. Urfa merkez vaizliğinden ayrılarak (emekli), Şeyh’inin ikamet ettiği, Silvan’a bağlı Heydereka köyüne yerleşir. 3 yıl baş müderrislik yaptığı bu medresede çok sayıda öğrenciye ders ve birçok Molla’ya da icazet verir. Bu hizmetinden sonra Diyarbakır’a yerleşir.
Babamın (Seyda Molla Mehdi Efendi) vefatından sonra yarım kalan medrese öğrenimi için mümtaz bir müderris ararken, yolumuz Seyda Molla Abdullah Düşünücü ile kesişti. Kardeşim Nimetullah (Diyarbakır eski müftüsü, halen Ş.Urfa milletvekili) ile birlikte, Diyarbakır- İskender Paşa medresesini mesken tutmaya karar verdik. Seyda ile görüşmelerimizden müspet sonuç alınca, Camide görev alarak onlarca yıl önce işlevini kaybetmiş medreseyi yeniden kullanılacak hale getirdik. Başlangıçta sadece ikimize ders vermek üzere her gün sabah on civarında buluşur, ikindi namazına müteakip ayrılırdık. Kardeşimle biz, yatsı namazı ardından medreseyi terk ederdik. Çünkü bizim de ilgilendiğimiz çok sayıda öğrenci vardı.
1983-1986 yılları arasında, İskender Paşa Medresesi bir muhabbet, uhuvvet mektebine dönüşmüş ve diğer medreselerden farklı bir kimlik edinmişti. Şüphesiz bunda en çok Seyda’nın payı vardı. Onun şefkat ve samimiyeti, hiçbir karşılık beklemeden gösterdiği fedakârlık ve gayreti, medreseye farklı bir hava ve renk katmıştı. Her gün sadece ikimiz için (ben ve Nimetullah), yaklaşık 30 dakikalık mesafeden (Ofis-Ayhan durağı) genellikle yürüyerek gelir, akşamüstü evine yine yürüyerek dönerdi. Hep aynı heyecanı, şevki, hazzı yaşadığını her haliyle gösterir, bazen de bu memnuniyetini sözlü olarak ifade ederdi. Öyle ki, medreselerde tatil günü olmasına rağmen Cuma günleri de gelir, Cuma namazını orada birlikte kılardık. Çok daha önemlisi, Ramazan aylarında Teravih namazları için de hep İskender Paşa’ya gelir, çoğu zaman da namazı kendisi kıldırırdı. Yazı ve sözle ifade edilemeyecek bir duygudaşlık ve muhabbet yaşıyorduk.
Bütün bunlar Seyda’dan, Onun samimiyet ve içtenliğinden, ihlas ve fedakârlığından kaynaklanıyordu. Medrese geleneğinde, sadece iki öğrenci için her gün bu kadar mesafe yol giden, bila bedel bunca zahmete katlanan başka bir Seyda daha olduğunu düşünmüyorum. Ders almak için böyle bir eziyeti, hatta daha fazlasını çeken sayısız medrese talebesi olmuştur ancak talebelere (üstelik iki kişiye) ders vermek için bunca eziyeti göze alan bir Seyda olmamıştır. Onu bizim için değerli ve ayrıcalıklı kılan bu fedakârlığı, ihlas ve samimiyeti olmuştur. Daha sonra Seyda’dan ders almak için bize katılan Ulu Cami-i Müezzinlerinden Hafız Ahmet Satılmış ve Mela Ahmet Alpaya (Dodani) arkadaşlarımızı da anmak istiyorum. İkisi de, Seyda’yı çok seven ve sayan insanlardı. Hafız Ahmet Hakkın rahmetine kavuştu, Mela Ahmet ise Ş.Urfa İl Müftülüğünde çalışkan bir Şef olarak görevini sürdürmektedir.
Seyda cesur, ciddi, mert ve sert mizaçlıydı. Cesareti, mertliği ve ciddiyeti onun sahip olduğu hilm, vakar ve asaletin tezahürüydü. Birazı da Zaza atalarının onda bıraktığı bir iz ve belirtiydi sanki. Mizac olarak benzer, fikri temelde farklılıklarımız vardı ancak görüş farklılıklarımız muhabbetimizi hiç zedelemedi. Bazen kurduğum cümlelere anlam yükler, kinaye arar ve kendisini iğnelediğimi düşünürdü. O da çatık kaşlarla bir ters bakış atar ancak beni üzmemek için hep sessiz olarak tepkisini böyle gösterirdi. Çok iyi biliyordu ki -sözlerim saygısızlık kapsamına girse de- niyetim, amacım asla saygısızlık yapmak veya onu üzmek değildi. Kendisiyle benzer görüşler üzerinden değil, muhabbet üzerinden anlaşırdık. İtiraf etmeliyim ki, onu üzmekten pişman değilim, belki de daha çok üzmeliydim. Çünkü ona olan muhabbetimi bazen onu üzerek ancak gösterebiliyordum.
Seyda, birçok yünüyle örnek bir şahsiyetti. Bunlardan biri de, aile hayatıydı. Bir Seyda’ya yakışır aile hayatı, ailesi ve yaşam tarzı vardı. Edep ve adabıyla “örnek” olarak gösterilecek dördü kız, ikisi erkek 6 çocuğu ve muhterem hanım efendileriyle birlikte 8 kişilik bir çekirdek aile oluşturuyorlardı. Büyük oğlu Sami, Diyanet teşkilatından emekli, küçük oğlu Muhammed ise doktor olarak kamu görevine devam etmektedir. İkisi de tevazu, edep timsali sayılacak örnek insanlardır. Kızlarını bilirim ancak tanımam. Eminim ki, erkek çocuklarından çok daha fazla övgüye layık hanımefendilerdir. Anneleri ise nezaket ve görgüsüyle, şefkat ve duyarlılığı ile örnek bir hanımefendi olarak saygıyı fazlasıyla hak etmektedir. Mübalağa yaptığımı sanmayın. Bir misal olarak sizinle paylaşmak istiyorum. Seyda, 17 yılın 3,5 yılını ağır hasta ve son iki yılını da yatağa mahkûm olarak yaşadı. Bu süre içinde Dr. Muhammed, kendisini babasının hizmetine adadı. Sadece tedavi-ilaç-yeme-içme değil, ihtiyaçlarını karşılamak, temizliğini yapmak, kıyafetini değiştirmek, kendi elleriyle banyo yaptırmak gibi her türlü hizmetin gördü. Öğle arası mesaisinde eve gelir, ihtiyaçlarını karşılar ve tekrar işine dönerdi. Geceleri ise yanından ayrılmaz, babasıyla aynı odada uyurdu. Seyda da hep onu çağırır, ona bağırır, aksaklıktan onu sorumlu tutardı. Bu hizmetini, vefatına kadar aralıksız, eksiksiz ve gönül rahatlığıyla isteyerek yaptı. Hiçbir hoşnutsuzluk belirtisi dahi göstermedi. Diyarbakırlıların deyimiyle “eli öpülesi Adam!” övgüsünü hak eden hayırlı, saygın bir evlat oldu. Her evlada örnek olacak bu ahlaki ve fedakâr duruşu nedeniyle kendisini takdir ve şükranla kutluyorum.
Sayısını bilmediğim onlarca öğrenciye ders, benim ve kardeşim Nimetullah gibi çok sayıda medrese mezununa “icazet” (diploma) vermiş, yıllarca kürsülerde vaaz ve nasihat etmiş bu muhterem Şahsiyet, elbette hepimizin Seyda’sıydı, La-siyyema o benin SEYDA’mdı. “Medrese, Feqi, Talip, Mela, Müderris ve Seydalık" itibarını ve onurunu yaşam tarzıyla da sergileyen örnek ve ender şahsiyetlerden biriydi benim Seydam.!
Seydamı rahmet, minnet ve şükranla yâd ediyorum. Seni çok seviyorum ve hep özleyeceğim Seydam! Aziz dostum!
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR