Biz Müslümanların yönetim geleneğinde Hz. Ömer sonrası, Ömer bin Abdulaziz ve Salahattin-i Eyyübi gibi ara dönemin adil yöneticileri dışında adalet düzeni ile işleyen bir yönetim geleneği oluşmamıştır.
Müslümanlar olarak, adaletin tesis edildiği ve yöneticilerin adalet sistemine göre kurumsal ilkelere göre belirlenmiş bir yönetim/siyaset geleneğine sahip değiliz.
Benzer durum modern çağın devlet ve yönetimleri için de geçerlidir. Ulus devletlerin inşasıyla başlayan 20. yüz yılın başlarında, Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere kurulan onlarca Müslüman devletten bir tanesi dahi adalete, hakka, hakkaniyete ve hukuka dayalı olarak kurumsallaşmamıştır.
Milli Mücadele önderi ve Türkiye Cumhuriyeti kurucusu M.Kemal Atatürk, İngiltere’ye karşı milli mücadelesi ile tanınan Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah ve tüm Araplar'ı bir siyasi çatı altında birleştirmeyi hedefleyen Cemal Abdünnasır gibi karizmatik liderler de dönemin koşullarına ve konjonktürel gerekçelere sığınarak otoriter sistemler kurmuşlardır.
Ulus devlet kurucularının hiçbirisi halk iradesiyle seçilmemiş, halk iradesiyle de yönetimi bırakmamıştır.
Daha önemlisi ilk dönemden itibaren Müslümanlar geleneğinde ölüm, darbe veya cinayet dışında yönetimden çekilen bir lidere de rastlanmamaktadır.
Müslüman devletlerden farklı olarak Türkiye’de 1960 sonrası siyasal yaşamda çok önemli gelişmeler olmuş, seçim marifetiyle gelen başbakanlar anayasal kurallara uymayı önemsemişlerdi.
Güven oyu almayan hükümetler düşmüş, seçim kaybeden partiler de kaderlerine razı olmuşlardı. Bu süreçte seçim ve hükümet etme yöntemleri kurumsallaşmış ve belirsizlik ortadan kalkmıştır.
Ancak 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle bu geleneğe de son verilmiş, yeniden siyasetin belirleyici unsuru asker ve vesayet sistemi olmuştur.
Bugün Müslüman ülkelerde yürürlükte olan seçim yönteminin adil ve güvenilir olmadığı çok açıktır. Seçim ve sandık güvenliği de teminat altında değildir. Bu bağlamda seçimler tam anlamıyla belirleyici olamamaktadır.
Seçime çok kolayca hile karıştırabildiği gibi seçim yenilgisine rağmen kaos yaratarak iktidarda kalmaya çalışan yöneticilerin olduğu da bilinmektedir.
Ne yazık ki siyasal sistemi ile övünebileceğimiz bir tek Müslüman ülke dahi yoktur.
20. yüz yılın son çeyreğinde 1979 yılında İran’da İmam Humeyni ile Müslümanlık tarihinin en önemli siyasal fırsatı yakalanmasına rağmen yönetim zaafiyeti nedeniyle heder edilmiştir.
Gandi dışında örneği olmayan 20. Yüzyılın en büyük sivil halk devrimi ile Müslüman dünyasına ve insanlığa örnek bir yönetim modeli beklenirken devrim; mollalar iktidarına feda edilerek ceberut dinci bir rejime geçilmiştir.
Malezya-Tunus-Mısır ve Türkiye örnekleri de tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Müslümanlık iddiasıyla siyaset yapanların iktidarında otoriterlik daha da güçlenmiş, ulus devlete İslam kılıfı giydirilerek otoriterlik meşrulaştırılmıştır.
Söz konusu meşruiyetin kaynağı da tabulaştırılmış, kutsanmış ve sorgulanmaz siyasi tarihimizdir.
Ulu’l-Emir ve Halife; “Tek Adam Yönetimi” geleneği, ilk halife Hz. Ebubekir (r) ile başladığı bilinmektedir. Esas itibariyle ilk siyasal tartışma, bölünmeler ve daha sonraki çatışmalara zemin hazırlayan süreç bu tarihte başlamıştır.
Daha açıkça belirtmek gerekirse temel sorun, yönetim sisteminin bir ‘toplumsal sözleşme’ yerine kişilere emanet edilmesinde yatmaktadır. Yönetim ve seçim yöntemi tartışmalarının da aynı dönemde başladığını hatırlatmak isterim.
Ancak halife Hz. Osman’ın siyasal uygulamalarının günümüze kadar Müslümanlar için örnek ve meşru bir yönetim tarzı olarak devam etmiştir. Devlet başkanının ölünceye kadar görevine devam etmesi, Hz. Osman’la teamül haline gelmiştir.
Bilindiği gibi başta sahabeler ve Medine halkı olmak üzere büyük çoğunluk, akrabalarını kayırdığı, yakınlarını iş başına getirdiği, ganimetleri kendi kabilesine dağıttığı, ehliyetsiz ve liyakatsiz yandaşlarını vali olarak atadığı, bir aile yönetimi kurduğu ve halk arasında ayırım yaptığı gibi gerekçelerle Hz. Osman’ı eleştirmiş, tutumundan vaz geçirmeğe çalışmışlardı.
Tutumunda ısrar edince, hilafeti bırakmasını ve yerine yeni bir halife seçilmesine yol açmasını talep etmeye başladılar. Medine dışından gelen yüzlerce Müslümanın da katılımıyla değişim talebi toplumsallaşmaya ve halifenin evinin kuşatma altına alınmasıyla gerilim ve gerginlik artmıştı.
Hz. Ayşe, Hz. Ali ve Hz. Talha gibi sahabelerin ve Medine’nin önde gelenlerinin aracılığına ve önerilerine rağmen Hz. Osman halifeliği bırakmamış ve “Tek Adam” yönetiminden geri adım atmamıştır.
Şaşırtıcı olan; talepler, öneriler, baskı ve isyan karşısında Hz. Osman’ın, “Allah’ın giydirdiği hilafet gömleğini çıkarmayacağım” diyerek hilafetini Allah’a bağlaması olmuştur.
Hz. Osman’ı azledecek veya yönetimden uzaklaştıracak siyasi, hukuki, yasal bir mekanizma söz konusu değildi. Bu kuralsızlık muhalifler için bir çaresizlik, Hz. Osman için de bir dayanak olmuştu.
Merhum Sezai Karakoç’un;
“Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır,
Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır…”
Mısralarında yer verdiği gibi “yetkilerini Allahtan almış” bir anlayış hakimdi. Bu anlayış tarih boyunca devlet başkanı için bazen “Allah’ın halifesi”, bazen itaat edilmesi zorunlu “Ulu’l-Emir”, bazen de “Zillu’llah” (Allah’ın gölgesi) şeklinde dokunulmaz kılınmıştır.
Hz. Osman da hilafetini ilahi kader ile birleştirmişti.
Toplumsal muhalefetin gereği olarak istifa etmesi gereken Hz. Osman, 82 yaşında olmasına rağmen hilafetten ayrılmamış ve hilafetini Allaha bağlayarak, istenmediği halde yönetmekte ısrar etmeyi sürdürmüştü.
Bu tavrıyla yönetim sistemini kilitleyen Hz. Osman, öldürülerek daha büyük dramların yaşanmasına yol açmıştır.
Bu ısrarın sonucu olarak Müslüman tarihinin en dramatik ve utanç verici tablosu ortaya çıkmıştır. Halife öldürülmüş ve sonrasında on binlerce Müslümanın birbirini öldürme süreci başlamıştır.
Muaviye’nin, akrabası olan Halife’nin öldürülmesini gerekçe yaparak başlattığı isyan ve yaktığı fitne ateşinin alevlenerek günümüzde de devam ettiğini hep birlikte görüyoruz.
Daha utanç verici olan; tarih boyunca kılıç dışında başarısız veya adil olmayan bir halifenin yönetimden nasıl uzaklaştırılması gerektiği konusunda bir yöntemin geliştirilmemesi olmuştur.
Kuşkusuz bu çözümsüzlük Müslüman toplumları da derinden etkilemeye devam etmektedir. Günümüzde de devlet başkanına/liderine “Ulu’l-Emir” olarak itaat etmeyi dini bir vecibe gören Müslüman çoğunluk, haksız-hukuksuz-adaletsiz ve ayırımcı uygulamalarına rağmen muhalefet etmeyerek zulüm ve sömürü düzeninin devamını sağlıyorlar.
“…Kim ne derse desin. Onun için sadece bizim yaptıklarımıza bakmayın. Biz kendimiz yapmıyoruz. Biz inanıyoruz ki bize yaptıran Allah’tır, bize yaptıran Allah’tır, bize yaptıran Allah’tır” ifadelerini kullanmak ile “Allah’ın giydirdiği hilafet gömleğini çıkarmayacağım” sözü arasındaki benzerliği hatırlatmak isterim.
Böyle bir anlayış, geçmişte olduğu gibi günümüzde de sorunu çözmek ve siyasal bir sistem kurmak yerine sistemi de siyaseti de ancak kilitler.
Ne yazık ki bu anlayıştaki yöneticiler kadar, belki daha çok “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyruğuna rağmen biz Müslüman toplumların devam eden tutumudur.
Oysa bizim isyan etmemiz, şiddete baş vurmamız gerekmiyor. Seçimi, seçim sandığını ve oy kullanmayı “itaat ve biat araçları” olarak değil, yanlış ve haksızlık yapan siyasetçileri değiştirmenin bir aracı olarak görmemiz yeterlidir.
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR