20. yüz yılın son çeyreğinden itibaren yoğunlaşan müdahalelerle ve 21. yüz yılın hemen başında ABD’nin kalbi Newyork’ta İkiz kulelere yönelik saldırılardan sonra fiili işgal ve savaşlarla kuşatılan coğrafyamız, adeta yeryüzü cehennemine dönüştü. Aydınların, az da olsa siyaset insanlarımızın geçmiş dönemlerin totaliter, otoriter rejimleriyle yüzleşmek için hukuk devleti, hak ve hürriyetler, adalet gibi evrensel değerler arayışına girdiği bir süreçte, şiddet-terör-katliam-yıkım-yağma-göç gibi felaketlerle boğuşmak durumunda kaldık.
Bölge devletlerini yönetenler de, felaketleri fırsat bilerek hak-hukuk-adalet yerine vatan-bayrak-din-devlet ve millet hamaseti yaparak iktidarlarını pekiştirmeyi sürdürdüler. Hukuk tanımaz küresel işgallerin zulmüne ilave olarak, hukuk tanımayan yerel zalimler de halkına karşı her türlü vahşeti işlemekten geri kalmadılar.
Bölge devletleri arasında Türkiye, dayatmacı sisteme ve çok yönlü teröre rağmen daha istikrarlı ve öngörülebilir durumdaydı. AB üyelik süreci, içerde ve dışarda Türkiye’yi daha öngörülebilir ve daha güvenli kılıyordu. Demokrasi, insan hakları, hukuk devleti olma gibi çabaların artması toplumsal beklentileri, umutları ve heyecanı zirveye çıkarmıştı.
Bütün bu olumlu gelişmelerin ana dinamiği olarak görülen iktidarın, tam tersine fırsat kolladığı ve iktidarını ebedileştirmek için Neo-Osmanlıcılık tahayyülü ile Ortadoğulaşma gayretinde olduğu iddiası, başlangıçta pek inandırıcı gelmemişti. Yıllar sonra iktidar, güç devşirdikçe ve sandık sonuçlarını hukuk üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanmaya başlayınca, Türkiye’nin yarım asırlık AB ve demokrasi rüyası da bitiyordu.! Bir bakıma “hukuk devleti” iddiası da çöküyordu.!
Türkiye için yeni bir rota çizildi; hiç kuşkusuz öncelikle Türkiye’nin demokrasi, hukuk ve AB’ye yönelmiş rotası Asya, Afrika ve Ortadoğu’ya çevrildi. Artık vatan-din-bayrak-devlet daha çok kutsandı, demokrasi-hukuk devleti “Batı tezgâhı” ve “bizi yıkmak ve bölmek” için dayatılmış argümanlar olarak öne çıkmaya başladı. Ortadoğu ülkelerinden bir farkımız kalmamış, “kutsal vatan bölünüyor!” veya “daha önce çizilmiş misakı milli sınırlarımız” nedeniyle hak sahibi olarak savaşın taraflarından biri sıfatıyla ceberut ve otoriter bir yönetim ile yerimizi aldık.
Bütün bu iddiaların, söylemlerin ve beklentilerin bir meşruiyeti, hukuki, akli ve ahlaki dayanaklarının olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen “bölünme” kaygısı artırılarak “vatan elden gidiyor”, “beka sorunumuz var” gibi esas itibariyle coğrafyamızın genel olarak karşı karşıya bulunduğu sorunları, propaganda araçları ve hamaset politikalarıyla Türkiye için de söz konusu olabileceği algısı başarıyla oluşturulmuş oldu. Böylece sorun üreten bölge rejimleri ve despot iktidarlar yeniden dokunulmaz hale geldiler. Tarihsel din anlayışının da etkisiyle diktatörlükler “kutsal vatan-kutsal devlet” anlayışı üzerinden yeniden güç ve meşruiyet kazandılar.!
Bunu fırsat bilen Türkiye yönetimi, demokrasi ve hukuk devletine ilişkin başından itibaren kaygıları bulunan kesimleri bir araya getirerek “vatanın bütünlüğü ve devletin bekası” gibi toplumsal hassasiyetin de zirvede olduğu bir konuda muhalefeti sindirerek yeni ancak çağdışı bir otoriter sistem kurmayı başardı..! Yargı, yürütme, yasama tek elde toplandı ve Türkiye kendi mecrasından svrulmaya başladı.
İktidar için böyle bir sistemin güç zehirlenmesine yol açmayacağını söyleyebilir miyiz? Söyleyemiyorsak, bu güç zehirlenmesi sonucu “beka sorunu”nun, “iktidar sorunu”na dönüşmesi kaçınılmaz değil midir? Vatan tehlikedeyse tahakküm ve saltanata karşı koymak kimin haddine? Bu durumda muhalifler için “vatan hainliği” damgası mukadder değil mi? Boşuna mı demişler; “söz konusu vatan ise gerisi teferruattır”? Teferruat dedikleri, hak-hukuk-adalet-hürriyet-refah-barış-iş-aş-eğitim…değil mi? Ne yazık ki bütün bunlar oldu ve toplumsal kabul de gördü.!
Artık önemli olan vatandı! Başta hukuk olmak üzere bütün insanlık değerleri teferruattı.! Türkiye Barolar Birliği Başkanı dahi hukukçu kimliği ile kürsüden aynı cümleyi gururla haykırmıştı..! İtiraf etmeliyim ki, bu açıklama karşısında hem çok şaşırmıştım, hem de çok üzülmüştüm ve de çok korktum.
Herkes ve her kesim için Hak ve hürriyetleri, hukukun üstünlüğü ve adaleti savunuyoruz diye, yurtseverliğimize, vatanperverliğimize halel mi geliyor? Türkiye hepimizin ülkesi, bu vatan da hepimizin yurdu değil mi? “vatanseverlik” iddiasıyla bir kesimin veya bir zümrenin ayrıcalığı, üstünlüğü, hatta farkı neden olsun? “vatanperverlik” neden iktidar bileşenlerinin, bir grubun veya bir siyasi partinin ideolojisi olsun? Ve neden hukuk, teferruat sayılsın?
Kuşkusuz ‘vatan’ önemlidir, hem de çok önemlidir ancak daha önemlisi vatanı bize güvenilir bir yurt kılan değerleri korumak değil midir? Hakların, hukukun, onur ve şahsiyetin, barış ve güvenliğin söz konusu olmadığı bir vatan, güvenilir (emin) bir yurt olarak kabul edilebilir mi? İnsan haysiyet ve onurunun ayaklar altına alındığı, hak ve hürriyetlerin ihlal edildiği bir vatan, egemen gücün dışında kimlere güvenli (emin) bir liman olabilir? Eşitsizliğin, adaletsizliğin, zorbalığın sonucu değimidir ki, insanlarımız, yasadışı yollardan güvenli ülkelere geçmek için Akdeniz’in derin sularında boğulmayı göze alarak vatanlarını terk etmeye çalışıyorlar?
Elbette vatan önemlidir, ülkemiz de bölünmemelidir, bölünmesine imkan dahi verilmemelidir ancak bütünlüğün güvencesi öncelikle hukuktur, adalettir.! Güven duyulan (emin) bir vatan olmaktır. Hiç bir kesimin ve hiç kimsenin hakkının çiğnenmediği, ihlal edilmediği, hürriyet ve onurunun korunduğu bir vatan ancak güvendedir, emniyettedir ve emin bir yurttur.! En azından ben kişisel olarak böyle inanıyorum.
Bu durumda, hukukun üstünlüğü ve adalet ile ancak güvenli (emin) olabileceğine inandığım vatan sevgim, ‘vatanseverlik-yurtseverlik’ olarak kabul edilmeyecek mi? Oysa ne kendi yurtseverliğimi ne de bir başkasının vatanperverliğini tartışma konusu yapmayı dahi abesle iştigal sayarım.
Benim ‘vatanseverlik’ anlayışıma göre, hiç kimsenin ülke sevgisi ve vatanperverliği sorgulanmamalı, çünkü bu sevgi hiç bir aletle ölçülemez. Gerçekte yurtseverlik, vatanperverlik hiç bir kesimin, hiç kimsenin veya herhangi bir parti ve kurumun tekelinde değildir. Siyasetin veya bir ideolojinin aracı, malzemesi, ayrıştırıcı gerekçesi de yapılamaz, yapılması da kabul edilmemelidir. Vatan, bütün vatandaşlar için eşit derecede ve aynı öneme sahiptir, vatandaşlar arasında, hiç bir siyasi, ideolojik ve dini gerekçelerle mücadele ve kavga konusu yapılmamalıdır. Vatandaş da, vatan da hukuk devletinde hukuk korumasında ve güvencesindedir.! Bu durumda ‘hukuk devleti ve hukuk güvencesi nerede’ diye sormak gerekir? Öyle ise, vatanı ancak hukukun üstünlüğü ile savunmak gerekmiyor mu?
-Evet...! önemle tekrar ediyorum; ‘vatan’ önemlidir, vatan da ancak hukuk ile müdafaa edilir, diye düşünüyorum.! “Müdafa-i hukuk müdafa-i vatandır”.. müdafa-i millettir...! Müdafa-i Hak ve Hürriyettir...!müdafaa-i devlettir....! Hak ve hürriyetleri, hukuk ve adaleti korumadıkça, ne vatan, ne millet ne de devlet güvende olur..!
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR