Demokratik olmayan siyasal sistemlerde siyasi partilerin, kuralların ve kurumların, daha açık bir ifadeyle Anayasa ve yasaların varlığı bir güvence teşkil etmez. Yurttaşların, kurum ve kuruluşların, özellikle de farklı unsurların tek güvencesi; milli devlet ilkeleridir.
Oysa Anayasal düzen, devletten bağımsız olarak “insanlığın en değerli kazanımı olan ‘İnsan Haklarının’ korunmasını” garanti etmek için gereklidir.
Milli devletlerde ise fikir hürriyeti, hak ve özgürlükler talebi dahi devlet tarafından çizilen milli bir çember içine alınmaktadır. Çemberin sınırları, devletin ve milletin ali menfaatleri ile belirlenir. Bu menfaatlerin neler olduğuna da milli devlet karar verir.
Devlet ve milletin bekası, vatan, bayrak, ezan ve camilerin korunması, iç ve dış düşmanlara karşı milli birlik ve beraberlik gösterisi gibi tanımlanmamış ve herkesin kendine göre içini doldurduğu ilkeler, devlet ve milletin ali menfaatleri olarak tartışılmaz alanlardır.
İnsan hak ve özgürlükleri, hukuk ve demokrasi, insanca yaşamak için güvenli bir hayat, nitelikli bir eğitim veya refah toplumu olma taleplerinin tamamı bu ali menfaatlerden sonra düşünülür.
Ülkemizde olduğu gibi kurumsal ve siyasal mutabakat bu bağlamda sağlanmış, toplumsal mutabakat da buna zorlanmıştır. Dini, siyasi, sosyal, ticari, kültürel, spor, sanat, medya gibi alanların tamamında meşruiyet ve makbul vatandaşlık bu mutabakatta aranmaktadır.
Mutabakatın dışında tutulanlar veya mutabakata itiraz eden Kürtler ve Aleviler gibi unsurlar “öteki” ve “düşman” olarak tanımlanmakta, fikir ve faaliyetleri devlet, millet ve vatan için tehdit ve tehlike olarak görülmektedir.
Milli devletler için toplumu baskı altına almanın en önemli araçlarından birisi; legal veya illegal ideolojik örgütlenmelerdir. İdeolojik Siyaset; cehaleti, bağnazlığı beslemek için kutuplaştırır, düşmanlaştırır, gerektiğinde çatıştırır ve en sonunda kurtarıcı olarak “milli devlet” gücünü ortaya koyar ve toplumu barışa, selamete çıkarır!
Başarısızlığın faturası da siyasete, siyasi partilere ve politikacılara çıkarılır ve onlar cezalandırılır. Toplum, siyasetin cezalandırılmasıyla esas olarak kendilerinin cezalandırıldıklarının farkına varmadan uygulamaya alkış tutar ve “yaşasın devlet” diye “milli birlik ve beraberlik” etrafında kenetlenir.
Çoğu zaman siyaset ve siyasi partiler, bu tiyatro oyununu bilerek oynarlar veya planlanmış tıkanıklıkları aşamadıkları gerekçesiyle yolun sonuna geldiklerinde anlarlar. Ancak iş işten çoktan geçmiştir.
Artık söz konusu tıkanıklık, çözümsüzlük ancak geçmişte olduğu gibi ya doğrudan TSK’nin müdahalesiyle veya 28 Şubat ve 15 Temmuz örneklerinde olduğu gibi post modern darbe yöntemiyle giderilmeye çalışılmaktadır.
Sorumlusu siyaset olduğuna göre cezalandırılması veya ıslah edilmesi gereken de kuşkusuz siyaset, yani toplum olacaktır. Bir bakıma toplum, farkında olmadan cezalandırılmayı alkışlarla, tezahüratla karşılayacaktır.
Bu durumda da siyaset, baştan aşağı yeniden dizayn edilir, partilere, derneklere, toplumsal örgütlenmelere, cemaatlere yeniden bir istikamet çizilir.!
Tabiatıyla her seferinde demokrasi arayışına ve demokratikleşme iradesine bir darbe daha vurulur ve bir başka demokrasi oyunu sahneye konulur. Aynı oyun farklı oyuncularla oynanmaya devam eder!
Kuşkusuz askeri müdahalelerin, darbelerin, en azından Türkiye için söz konusu olduğunu düşünmüyorum ancak siyaset (siyasi partiler) marifetiyle post modern müdahalelere de açık olduğunu yok saymıyorum. Bunun için de iddiası demokrasi olan muhalefetin, söz konusu misyonu üstlendiği için Cumhur ittifakını sorgulaması gerekmez mi?
Hukuksuzluğun, kuralsızlığın, keyfiliğin en yoğun yaşandığı bir iktidar dönemi yaşıyoruz. Sadece muhalefete değil, bize de düşen bu keyfiyetin nedenlerini sorgulamaktır.
Esas itibariyle milli devletlerde iktidarların keyfiliği, iktidar gücünden veya millet desteğinden kaynaklı değildir. Keyfilik; hukuk ve demokrasi tesisinde kurumsallaşmayı önlemek için iktidarlara verilen bir imkândır.
Bu imkânla şımaran ve gücü kendinde gören iktidarlar, zamanla sınır tanımaz bu keyfi uygulamalarıyla sadece kendi sonlarını hazırlamakla kalmazlar, siyasetin de sonunu hazırlamış olurlar. Daha önemlisi, dayanacakları bir siyasi güvenceden de mahrum kalırlar. Bu kaçınılmaz bir sondur.
Thomas More, ‘’Üttopya’’adlı kitabında şu örneği verir: "Farz edelim ki beni yakalamak için ormandaki tüm ağaçları kestin ve bu sefer şeytan senin peşine düştü. Tüm o ağaçları kestiğine yani bütün o yasaları yerle bir ettiğine göre neyin arkasına saklanabilirsin."
Yöneticilerin keyfi uygulamalarından bir ülkeyi koruyan kurumsallıktır. Kurumsallaşmamış kuralların keyfiliğe engel olması sınırlı derecededir. Kural tanımayan en tepedeki yöneticileri sınırlaması ise mümkün değildir. Bugün Türkiye’de iktidar keyfiliğinin önlenememesi, kuralsızlıktan değil, kuralların kurumsallaşamamasındandır.
Demokrasinin kökleşmesini engelleyen de bu kurumların yokluğudur. Kişilerin, politikacı ve yöneticilerin kurallara uymasından daha çok kurumların kurallara bağlı olması önemlidir. Çünkü güvence kişiler değil, kurumlardır. Bunun önündeki en büyük engel de, milli (hamasi) siyaset ve milli (ideolojik) devlet zihniyetidir.
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR