Öncelikle bir hakkı teslim etmeliyim. Yazının muhtevası bana ait ancak başlığı bana ait değildir.
Şarkın Gazelhanı Diyarbakırlı Mevlithan Mustafa ile son telefon görüşmemizde Diyarbakır’ın manevi kayıplarından konuşurken, “Merhamet Gözüyle bakılmayan Şehir; DİYARBAKIR” başlığıyla bir makale yazmamı önerdi.
Diyarbakır’ın içinde bulunduğu duruma çok üzüldüğünü söylerken acı çektiği belliydi. Mevlithan, sadece iyi bir Diyarbekir’li değil, Diyarbakır’ı tarih, kültür ve değerleriyle çok iyi bilen ve yaşayan biridir.
Ayrıca benim de Diyarbakır sevdalısı olduğumu en iyi bilenlerdendir. Diyarbakır’ın; ortak sevdamız, derdimiz, acımız, yaramız ve yârimiz olması da dostluğumuzu pekiştirmektedir. Gerçekten de Diyarbakır bizim için bir aşk, bir yaren ve özel bir kimliktir.
Politik ve ideolojik istilaya rağmen Diyarbakır, Mezopotamya’nın kalbi, fikir ve medeniyet üreten bir dünya şehridir.
Şairin dediği gibi;
Taşı kara bahtı kara
İçinden geliyor nara
Feda olsun canım yara
Benim yarim Diyarbakır
-
Bereketli mana dolu
Üstünde geçmiş mirac yolu
İçinde sahabe solu
Tahtı kara Diyarbakır
-
Bereketli mana şehri
Destan olmuş Dicle nehri
Surları fethetmiş dehri
Dünya şehri Diyarbakır
-
Diyarbakır bizim için özel bir şehirdir, tarihi aidiyetimizdir. Onu sevmeyi bir görev biliriz. Bu nedenle Mevlithan Mustafa’nın kaygılarını, üzüntü ve acılarını hem anlıyor hem de yüreğimin derinliklerinde hissediyorum.
Yaklaşık on bin yıllık SUR İçi yakılıp yıkılırken yöneticiler, siyasetçiler, siyasi partiler, iktidar ve muhalefet hep birlikte suskun kalmışlardı. 2015 yılında Diyarbakır’ı tahrip etmek için iktidar ve muhalefet hatta PKK adeta bir iş birliği görüntüsü veriyordu.
Sokaklar silahlı örgüt elemanları tarafından kontrol edilirken, hendekler aleni biçimde kazılıp barikatlar kurulurken yerel ve iktidar yöneticileri sadece izlemekle yetinmişlerdi.
PKK militanları tarafından kazılmaya başlanan hendek ve barikatlara seyirci kalınmış, şiddetin önüne geçmek için çok sayıda sivil kuruluş devreye girmesine rağmen sonuç alınamamıştı.
11 Aralık tarihinde ilan edilen sokağa çıkma yasağıyla birlikte başlayan ve yüzlerce kişinin ölümüne neden olan operasyon ve çatışmalar 9 Mart 2016 tarihine kadar devam etmişti.
Emsalsiz olan Dört Ayaklı Minare dahil olmak üzere tarihi evler, kiliseler, camiler, hanlar, hamamlar, sokaklar yıkılmış veya zarar görmüştür. Binlerce yıllık tarihle birlikte 6 mahallenin yıkılmasıyla operasyonlar son bulmuştu.
Esas mesele; PKK ve Güvenlik güçleri arasındaki çatışmalar değil, tarihi bir şehrin yıkım planıydı. Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, avukatlarla birlikte Dört Ayaklı Minare önünde yaptığı basın açıklamasında, öldürülmeden önce şöyle seslenmişti:
“Tarihi Sur içi bölgesi, 9 bin yıllık geçmişe sahip. Bu alan içerisinde surlar, camiler, kiliseler ve daha başka tarihi yapılar bulunmaktadır. Biz birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz.”
Bu sese kulak vermek yerine susturuldu. Meğer planlar, tarihi şehrin ve benim de çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim kadim mahallelerimizin yıkımı ve kimlik değişimin gerçekleştirilmek istenmesiymiş!
-
Dini hamasete dayanan siyasal iktidarla milli hamasete dayanan yerel iktidar, olaylar karşısında yıkımı engellemek yerine ideolojik ve politik kavgaya tutuşmuşlardı. Binlerce yıllık tarih, kültür, fikir, sanat barındıran Diyarbakır’ın yıkımını umursayan yoktu.
İktidar-muhalefet ve Diyarbakır’la ancak var olmuş eski-yeni milletvekilleri, Bakanlar, Belediye Başkanları ideolojik yaklaşımlarıyla politik avantaj peşine düşmüşlerdi.
Merhametleri sadece kendilerineydi. Mevlithan Mustafa’nın deyimiyle “Merhamet Gözüyle bakılmayan Şehir” olmuştu DİYARBAKIR.
‘Diyarbakır bilinci’ olmayınca bizim için politikacıların hangi ideolojiden, inançtan ve partiden olmasının hiçbir önemi yoktur.
Yıkım kadar sahipsizlik yüreğimizde asla kapanmayacak yaralar açmıştı. Bizim gibi itiraz edenlerin, göz yaşı dökenlerin, ağıt yakanların figan ve sesini dahi duyan olmamıştı. Tersine Tahir Elçi’nin çığlığı ölümle sonuçlanmıştı.
Politikacılar, partiler yıkımdan, enkazdan siyaset devşirmeye devam ettiler.
Ancak kayıp yıkımdan ibaret değil, manevi yönüyle de çok büyüktü. Buna da aldıran yoktu. Yıkılan cami ve medreselerin politikacılar için önemi yoktu. Yenisini yapmak onlar için yeterliydi. Nihayet yenileri, hem de devasa camiler inşa edilmeye devam ediliyor.
-
Manevi yıkım yeni başlamış değildir. Bir sahabe ve peygamber şehri olarak da bilinen Diyarbakır’ın, Ulu Camisi, Nebi Camisi, İskenderpaşa ve Hüsrev Paşa Camileri gibi çok sayıda tarihi caminin ve medreselerin manevi havası kaybolmuş durumda.
Geçmiş dönemlerde bu camilerde sadece namaz kılınmıyordu. Her birinin bir veya birden çok tedrisat için ayrılmış medreseleri vardır. Bu medreselerde sarf, nahiv, fıkıh, hadis, tefsir, beyan, kelam ve tasavvuf gibi dersler okutulurdu.
Evliya Çelebi, “Diyarbakır’da Kur’an öğreten okullar vardır: her camide birer şeyhü’l-kura olup bunlar, hıfz ilmi öğretirler. Fakat Kürtler, “hıfz ilmine çalışan fazıl olamaz” diye hıfz ilmine fazla eğilmezler” diye tedrisata çok önem verildiğine dikkat çekmektedir.
Günümüzde ise bu medreseler ya tamamıyla atıl durumda veya çoğu, dinci gruplar tarafından ideolojik, politik faaliyetler için kullanılmaktadır. Diyanet görevlileri ise artık “Ezan okuma ve Namaz kıldırma memuru” veya “Taziye evlerinde görevli” olarak rol almaktadırlar.
Çok az sayıda Diyanet görevlisi Diyarbakır’ın manevi kimliğinin bilincindedir. Tarihi camilerden Nebi Camii İmamı muhterem Ömer İller gibi ilim ve edebi ile bu bilinci taşıyanlar elbette istisnai şahsiyetlerdir.
Örneğin, Diyarbakır’ın ve Anadolu’nun ilk ve en eski camisi olarak bilinen Ulu Camii içler acısı bir durumdadır. Personelinin samimiyeti ve dürüstlüğüne bir eleştirim yok ancak tarihi misyonu olarak bu emsalsiz cami bilinçli olarak açıkça ihmal edilmektedir.
Fiziki yapısı titizlikle korunmasına rağmen aynı titizliğin manevi boyutuyla gösterilmediği genel bir kanaati yansıtmaktadır.
Başlangıçta bir güneş tapınağı, daha sonra sinagog ve kilise olarak yüzlerce yıl mabet yeri olan Ulu Camii, Müslümanların hakimiyetiyle de artık cami olarak devam etmiştir. Mekke, Medine, Kudüs ve Şam’dan sonra 5. Harem-i Şerifi olarak kutsanmaktadır.
Halep’in Ulu Camii, Şam’ın Emeviye Camii, Kudüs’ün Mescid-i Aksa’sı, Mısır’ın Ezher Camii ve İstanbul’un Ayasofya’sı gibi Diyarbakır’ın Ulu Camii de en büyük değeri hak etmektedir.
Neden Diyarbakır Ulu camiinde de saydığım camilerde olduğu gibi manevi bir atmosfer olmasın?
Sadece hafızların görevlendirilmesiyle Ulu Cami’nin tarihi misyonu temsil edilemez. En azından İmamlardan birisinin medrese eğitimi görmüş, Kelam, Beyan, Tasavvuf gibi konularda yetkin biri olması ve Medreselerinde tedrisatın yapılması gerekmez mi?
Binlerce yıllık tarihi misyonu olan bir mabedin sadece namaz kılınan turistik bir mekâna çevrilmesi elbette vicdanları yaralayacaktır.
Diyarbakır kimliğine kastedenlerin Ulu Camii kimliğine de kastettiklerini düşünüyorum. Diyarbakır’ın ideolojik kuşatmalarla saldırı ve yıkıma maruz kalmasının gerekçelerinden birisinin de manevi kimliğinden koparılmak istenmesi olamaz mı?
Manevi atmosferden yoksun bir Diyarbakır, beton yığınından başka neye yarar?
Yapılmak istenen de bu değil midir?
Evliya Çelebi, Diyarbakır’ın ilk kuruluşunu maneviyatla ilişkilendirir:
“Diyarbakır’ının ilk kuruluş nedeni, Hz. Yunus Peygamber’in oraya gelişiyle ilgilidir. Eski Musul halkının Müslüman olmamasından dolayı Diyarbakır’a gelen Hz. Yunus, Diyarbakır halkının mucize istemeden Müslüman olması üzerine çok sevinmiş ve Diyarbakırlılara güzel dualarda bulunmuştur. O zamanda, Allah’ın hikmetiyle Amalak kızlarından olan yıldızı parlak bir kız melike Yunus Peygamber’e iman ederek Müslüman olmuştu. Bu melike Hz. Yunus’un öğretimiyle Diyarbakır’ı sert kara taştan Fis Kayası’nda inşa etmişti. İşte bu kızın adıyla ilintili olarak orası Diyar-ı Bikr, yani Kız Şehri olmuştur.” (Prof. Dr. Ejder Okumuş, ‘Evliye Çelebi’nin Seyahatname ’sinde DİYARBAKIR’ konulu çalışmasından)
Diyarbakır, kuruluşundan beri çok kimlikli, çok dinli, çok inançlı ve maneviyatı yüksek bir toplumsal yapıyı, cumhuriyetin kuruluşuna kadar hep korumuştur.
Diyarbakır kimliği altında Kürtler, Süryaniler, Ermeniler, Türkmenler, Araplar, Yahudiler, Zerdüştler, Hristiyanlar, Müslümanlar, Sünniler, Aleviler, Ezidiler, Kildaniler gibi farklı unsurlar bir arada yaşamayı başarmışlardır.
Manevi yönü yok sayılarak bu farklı unsurların bir arada yaşaması mümkün olabilir miydi?
Resmî ideoloji kadar Diyarbakır’da örgütlü bütün ideolojik kesimlerin Diyarbakır tarihine, kimliğine, çeşitliliğine ve maneviyatına yönelik en azından fikri ve siyasi bir saldırı içinde oldukları çok açıktır.
Bu kesimlerin dinci, solcu, sağcı, partici, İslamcı, milliyetçi veya Türk-Kürt olmaları bu gerçeği örtmez.
Söz konusu ideolojik grupların tamamının ortak paydası; ne yazık ki Diyarbakır’ın çeşitlilik arz eden manevi boyutu gölgelenerek, manevi havası dağıtılarak, tarihi izleri yok edilerek tekçi seküler bir kimliğe dönüştürülmesidir.
Dayatılan bu değişim karşısında aydınların, alimlerin, ilahiyatçıların, mutasavvıfların ortak bir duruş sergilemeleri gerektiğine inanıyorum. En azından Diyarbakır’a bir şükran borcumuz yok mu?
İbrahim Halil Demir, Şiirinde sanki bunu haykırıyor!
Ey Diyarbekir!
Toprağın bereketli kanın mert suyun serttir
Sende doğmuş sende yaşamışsa erkek oğlu erkektir
Teşekkür etmesini bilmeyen de dönek oğlu dönektir
Ey Diyarbekir Diyarbekir
-
Peygamberler, rahipler, sahabeler, evliyalar, alimler, irfan ve bilim diyarı Diyarbakır’ın; kimliğine, tarihine ve maneviyatına sahip çıkmak hepimizin onur, haysiyet ve şeref borcudur.
Bizim açımızdan Diyarbakır’ın manevi kimliğine yönelik ideolojik ve politik saldırılar bütün dinlere ve inançlara saldırı olarak kabul edilir.
Ulu camii bu anlayışın yaşayan efsanesidir. İhmale gelmez.
Diyarbakır ve Ulu Camii birbirinden ayrıştırılamaz. Diyarbakır’a saygı, Ulu Camiine saygı göstermekle açığa çıkar. Nasıl siyasi çoğulculuk Diyarbakır kimliği ise dini ve mezhepsel çoğulculuk da Ulu Camii’nin kimliğidir.
Her iki kimliğe yönelik dayatmaları, değişimleri asla kabul edemeyiz.
Bütün dayatmalara rağmen Diyarbakır, çoğulcu kimliği ile direnmeyi sürdürecektir. Bir efsane olsa da Yunus Peygamberle başlayan Diyarbakır kuruluşu, yüzlerce kez yönetim değişse de Diyarbakır’ın manevi kimliğini oluşturmaya devam edecektir.
Diyarbakır’da 7 peygamber ve yüzlerce sahabe (541) mezarı, Ashab-ı Kehf mağarası, 3 peygamber makamı bulunmaktadır.
Fisk kayası Hz. Yunus'un makamı olarak bilinir. Arap Şeyh’te Hz. Elyesa makamı, Ergani’de Makam dağı olarak da bilinen Zülküf dağında Meryem Ana Kilisesi ve Zülküf peygamberin makamları, Eğil’de ise Hz. Zülküf ve Hz. Elyesa mezarları vardır. 27 sahabenin mezarı, İç Kale Hz. Süleyman Camii çevresinde ziyarete açık durumdadır.
Mezarı bilinmeyen hahamların, rahiplerin ve diğer bilge şahısların varlığını da unutmamak gerekir. Sadece Müslümanlar için değil, diğer dinler için de maneviyatı yüksek bir şehirdir DİYARBAKIR.
Her mekânda farklı bir manevi iklim yaşanırken, bilinçli olarak oluşturulan politik ve ideolojik iklimle toplum bu mekanlara yabancılaştırılmaktadır.
Bu nedenle manevi havanın yeniden oluşmasına ihtiyacımız vardır. Herkesin politik ve ideolojik tercihi kendisinedir ancak manevi atmosferi bozmaya kimsenin hakkı yoktur.
İlgililere ve duyarlı kesimlere özellikle hatırlatmak istedim. Yazmama vesile olan Mevlithan Mustafa’ya da şükranlarımı sunarım.
Herkes memleketine sevdalı olabilir ancak Diyarbakır sevdası tarihtir, medeniyettir, kimliktir, maneviyattır, inançtır, insanlıktır. Bu nedenle de memleket sevdamız da Diyarbakır’ımız da çok farklı ve özeldir.
Diyarbakır, daha çok elitleriyle, seçkinleriyle, ağa, bey ve paşalarıyla, ulema ve münevverleriyle, mutasavvuf ve şairleriyle, sanat ve müziği ile fikir, edebiyat ve zengin kültürüyle bilinir. Diyarbakır’da 146 saray ve 14 hanedan hamamı olması da bu seçkinliği gösterir.
Ancak bütün bunları ortak bir paydada buluşturan etnik, din, mezhep ve inanç aidiyeti değil, maneviyatla yoğrulmuş Diyarbakır kimliğidir.
Yoksulu, fakiri, zengini, işçisi, patronu, rençberi, tüccarı, sarrafı, bakırcısı, kalaycısı, terzisi gibi her sınıftan ve sosyal çevreden insanları kuşatan bu kimliktir.
Kıymetlimiz, göz bebeğimiz memleketimizi diğer şehirlerden ayıran da yine bu kimliktir. Diyarbakır’ın böyle anlaşılması gerektiğinin altını çizmek istiyorum.
Ne güzel dile getirmiş Cahit Sıtkı Tarancı:
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
-
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
-
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
-
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
--
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR