Türkiye’nin; demokrasi, çoğulculuk, hak ve hürriyetler, Oslo görüşmeleri, Kürt Meselesinde Siyasal Çözüm gibi ileri düzeyde tartışmaların yaşandığı bir dönemden, aniden 180 derece bir dönüşle Otoriter-Totaliter bir rejime dönüşmesini hala anlamaya çalışıyoruz. Barış havzası beklerken Türkiye bir anda savaş havzasına dönüştü. Rüzgâr artık tersine esmeye başladı. İktidar kimliği değişmeden, zihniyet ve politika değişimi büyük şaşkınlık yarattı.
Resmi ideolojinin özünde var olan Türk-İslam sentezi yeniden bütün unsurlarıyla siyasete/iktidara ve devlete egemen oldu. “Türklük” kimliğini besleyen “Müslüman Türk” kimliği, devletin “üst kimliği” olarak dayatılmaya başlandı. Demokrasi ve Kürt karşıtlığı söz konusu kimlik dayatması ile yeniden zirve yaptı.
Bu amaçla iktidar merkezli oluşturulan ideolojik, siyasi, dini ve mezhepsel ittifakın; Toplumu ayrıştırdığı, kutuplaştırdığı, düşmanlaştırdığı ve böldüğü ortadadır. Bilinçli olarak, Kürtlerde bir bölünme duygusu, Türklerde de bir bölünme fobisi/korkusu yaratılmaktadır. Bölünme duygusu, Kürtleri PKK'ye, Bölünme korkusu da Türkleri ve diğer unsurları bu ittifaka yöneltmektedir. Oysa bölücü olan ne Kürtlerdir ne de Türkler. Bölücü ve ayrıştırıcı olan söz konusu ideolojidir ve bu ideolojinin ürettiği politikalardır.
Genel olarak Türk Toplumunu "ırkçı" tanımlamak haksızlıktır. Devletin sistemli dayatmalarına rağmen ırkçılık halkta karşılık bulmamıştır. Esas itibariyle Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası ırkçılığa yabancıdır. Modern Batı kültürünün etkisiyle gelişen bir "ulusçuluk, milliyetçilik" söz konusudur. Ancak bu anlayışın toplumsal ideolojiye dönüşmediği ve devletin resmi ideolojisi olarak yürürlükte kalmaya devam ettiğini söyleyebiliriz.
Tarihsel olarak da gerçeğin bu yönde olduğunu düşünüyorum. Osmanlının son dönemlerinde, Talat paşa, Enver Paşa, Dr. Şakir, Dr. Nazım ve Ziya Gökalp gibi ittihatçıların yeni bir güç imparatorluğu için kurguladıkları “Türk Milliyetçiliği” ideolojisinin Türk halkıyla veya Müslümanlıkla ilgisini kurmak yanıltıcıdır. Amaç bir devlet statüsü üzerinden “Güç” oluşturmaktı. Bu nedenle “Türklük”, Türk halkının bir kimliği olarak değil, ideolojik bir kimlik olarak kurgulanmıştır. Türkler ırkçı oldukları için değil, ırkçılık bir güç olduğu için Türkler adına ırkçılık yapılmış, Türk halkının milliyetçi olmadıklarını bildikleri için de ırkçılığı kurumsallaştırarak Türkleri esir almayı başarmışlardır.
Son yarım yüzyılda din ile beslenen milliyetçiliğin ırkçılık kadar tehlikeli boyutlara ulaştığı açıkça fark edilmektedir. Bugün itibariyle coğrafyamız için en büyük tehdit; hiç kuşkusuz din ile iç içe girmiş ve şiddet içeren milliyetçiliktir. Yine de Türkiye'de egemen olan Toplumsal Irkçılık değil, kurumsal ırkçılıktır. Türkler ırkçı bir halk olmasa da kurumsal ırkçılıktan pek şikâyetleri yoktur. Çünkü kendileri için bir tehdit olarak görmüyorlar. Ne yazık ki, devlet kurumlarında olduğu gibi siyasal partiler, kitle örgütleri, sendikalar veya dini gruplar, cemaatler gibi örgütlü yapıların tamamında etkin ve hâkim olan kurumsal ırkçılıktır ve her unsur için bir tehdittir.
Türk halkı için hak, hukuk, özgürlük güvencesi oluşturmadığı halde “Türklük” kimliği ile kurulmuş bir devlet gücü söz konusudur. Bu güç, halk iradesi veya hukuk gücü değildir, kurumsal güçtür. Türk halkına rağmen kurumsallaştırılmış “Türklük” kimliği, sadece Türk olmayan unsurlara karşı değil, gerektiğinde Türklere karşı da şiddet kullanmaktan geri durmamaktadır.
Şiddetin asıl hedefi olan Kürtler ise kimlik mücadelesi üzerinden daha farklı bir noktaya geldiler. Hak-özgürlük ve statü taleplerinin şiddetle bastırılması ve bu taleplerin her defasında düşmanlaştırılarak terörize edilmesi Kürtleri etnik kimliğe hapsetmiştir. Bu durum, Kimlik/etnik şiddet geliştirerek ve şiddeti siyasallaştırmak suretiyle bölgesel bir güç olmayı başaran PKK gibi bir örgütü var etmiştir.
Kürtlerin hakkı olan statüyü yok sayan devlete karşı, kendisi için statü talep eden bir PKK vardır. Bu talep artık Kürt halkı için değil, Kürtler adına de facto bir hak olarak pazarlanmaktadır. Bu hakkın muhatabı-geçmişte Türklerde olduğu gibi- Kürtler değil, bu hakkı bloke eden kurumsal bir “Güç” olarak PKK’dir.
PKK, bu gücünü Kürtler ve Kürt siyaseti üzerinde vesayete dönüştürmeye çalıştığı ortadadır. Bunu tamamıyla başarması durumunda bölgesel güç dengeleri arasında daha etkin bir rol alması mümkün olacaktır. Ancak bu gücün Kürtleri veya Kürt coğrafyasını özgürleştirmesi asla mümkün olmayacaktır. Çünkü vesayet ve şiddet ile tesis edilmiş bir özgürlük yoktur..!
Bu nedenle, Türkler, Müslümanlar başta olmak üzere bütün etnik, dini ve sınıfsal unsurların ayrışmaya/ayırımcılığa karşı duruşu ancak kurumsal ırkçılığı; toplumsal barışımız ve ülke bütünlüğü için bir tehdit olarak kabul etmekle mümkündür. Türkler, Kürtler ve diğer unsurların eşitliği ancak kurumsal alanda hayat bulmakla sağlanır. Bunun dışında vatandaşlık, kardeşlik, dindaşlık, yoldaşlık, komşuluk gibi hiçbir söylem ve iddia ırkçılığı, ayırımcılığı ortadan kaldırmayacaktır.
Bu nedenle her türlü şiddeti dışlayarak, kurumsal ırkçılığa karşı Sivil-Siyaset zemininde eşitler olarak ortak duruş sergileyebiliriz. Coğrafi ve toplumsal bölünmeyi "savaş-şiddet ve ırkçılık karşıtlığı" ortak paydasında önleyebiliriz düşüncesindeyim.
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR