Yaşadığı dönemle övünemeyenler geçmişleriyle övünmek için yalan tarih ve mitoloji kahramanlarını anlatırlar. Ecdatlarını, atalarını yücelterek nesiller boyu devam edecek bir cehalet düzeni ve cahiliye toplumu inşa ederler.
“Şanlı tarih” ve “kahraman ecdat” algısıyla istibdat dönemleri masum ve başarılı gösterilir. Dönemin diktatörleri, zalimleri menkıbeler veya düzme tarih kitaplarıyla sembolleştirilerek ölümsüzleştirilir.
Geri toplumlarda ve otoriter ülkelerin tamamında benzer anlayışlar hakimdir.
Bu ülkelerde İktidar ve muhalefet farklı dönemleri yücelterek hem birbirleriyle mücadele eder hem de farklı ve kavgalı kesimler oluştururlar.
Ülkemizde de durum bundan farklı değildir. İdeolojik, dini ve inanç kesimleri arasında olduğu gibi siyasi partiler, resmi ve karşıt görüşler arasında da söz konusu mücadele yaygındır.
Bu ayrışmanın en belirgin örneklerinden biri Osmanlıcılarla cumhuriyetçiler arasında yaşanmaktadır.
Gerekçeleri farklı olsa da her iki kesimde de yüceltilen istibdattır.
Muasırlaşamadığı için 19. yüzyıldan itibaren hızlı bir düşüşe geçen Osmanlı İmparatorluğu, bütün çabalara rağmen bir daha toparlanamamış, irtifa kaybettikçe itibar da kaybederek izmihlalini tamamlamıştır.
Elbette koca Osmanlı İmparatorluğu birkaç yıl içinde yok olmayacaktı ancak muasırlaşmayı başaramadığı için çağın ruhundan kopmuştu. Düşüş, çöküş ve izmihlal kaçınılmazdı. Bu nedenle mümkün olduğu kadar çöküşü geciktirmek, dönemin sultanları/yöneticileri için bir başarı sayılacaktı.
Sultan Abdülhamit, İmparatorluğu iyi yönettiği için veya dağılmayı önlediği için değil, çöküşü geciktirdiği için başarılı sayılmıştır. Biliyoruz ki Mısır, Tunus, Filistin ve Kıbrıs bu süreçte kaybedilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk de Müslüman unsurları ya da ayrılmış Osmanlı parçalarını bir araya getirdiği için veya Türk birliği oluşturduğu için değil, enkazdan bir ulus-devlet çıkardığı için başarılı kabul edilmiştir.
Bu sürçlerde İslamcıların “ümmetçiliği” de milliyetçilerin “Turancılığı” da ancak istibdata yaramıştır.
Cumhuriyet elitleri ve ulus devlet yöneticileri de tıpkı Osmanlı yöneticileri gibi muasırlaşmayı başaramadıkları için Türkiye’yi ileri ülkeler seviyesine çıkaramamışlardır.
Yalan bir tarihle gerçekler ne zamana kadar ötelenecektir?
Başarı ve başarısızlıklar birlikte değerlendirildiğinde tarih yol gösterici olabilir. Ancak yalan veya ideolojik tarih hiçbir toplum veya ülkenin yolunu aydınlatamaz. Aksine geçmişin karanlıkta kalmasına ve geleceğin de yanlış inşa edilmesine neden olur.
Yazar Doğan Hızlan’ın tanımıyla “Bir ülke kendi tarihini, geçmişini doğru yargılardan öğrenmezse, yaşadığı zamanda gerçekleri acı deneylerle öğrenir.
Geçmişin kahramanlarını, tarihteki liderleri, abartılı bir anlayışın objektifinden sunarsak, gerçek insanla mitoloji kahramanlarını karıştırırız.”
Sanırım bizim resmi tarihimiz tam da böyledir. Karmaşık, abartılı, uyduruk, yalan ve düzmece anlatımların kitaplaştırılmış biçimidir. Ne yazık ki bu kitaplar okullarda çocuklarımıza ders olarak okutulmaktadır.
Karanlık, karmaşık ve yalan bir tarihin toplumu doğru bir istikamete yöneltmesi beklenemez.
Cehaleti kutsamanın, ecdat milliyetçiliğinin, meşrep ve mezhep yobazlığının ve dinbazlığın esas nedeni de yanlış tarih bilgisinden ve geçmişte yaşananların doğru zannedilmesinden kaynaklandığı söylenebilir.
“İstibdat” tartışmaları da bunun açık örneğidir. Herkes, övündüğü geçmişi aklar, yüceltir ve kutsar. Bu bağlamda cumhuriyetçilerle Osmanlıcılar arasında bir anlayış farkının olmadığını söyleyebiliriz.
Medeniyet yoksunu, muasırlaşma karşıtı, demokrasi, hak- hukuk-hürriyet bilincinden uzak toplumların cumhuriyetçi veya Osmanlıcı, ulusalcı veya milliyetçi, ümmetçi veya Turancı olmaları sadece egemenlerin işine yarar.
Söz konusu ideolojilerin hiçbirinin medeniyet inşasında bir rolleri ve etkileri yoktur. Aksine medenileşmenin ve gelişmenin, barış ve adaletin önünde engeldirler.
Abdülhamit Han da Mustafa Kemal Atatürk de ve dönemlerinde olumlu-olumsuz yaşananlar da bizim tarihimizdir. İnkâr veya tahrif ederek, kötüleyerek veya yücelterek tarihimizi değiştiremeyiz. Doğrularıyla-yanlışlarıyla, günahıyla-sevabıyla, olduğu gibi günümüze aktararak tarihimizden dersler çıkarmalıyız.
Tarihe sövenler veya tarihi dokunulmaz kılanlar değil, tarihten ders ve ibret çıkaranlar kazançlı çıkacaktır.
Bu bağlamda kanaatimi belirtmek isterim ki saltanat ve sultan Abdülhamit dönemi şüphesiz bir istibdat yönetimidir. Cumhuriyet de demokratikleşmedikçe, demokrasi ve hukuk ile taçlandırılmadıkça ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmadıkça istibdat yönetimi olarak devam edecektir.
İki dönemin de ideolojik ve politik mülahazalar nedeniyle doğru anlatılmaması, karışıklığa ve ideolojik tartışmalara yol açmaktadır. Osmanlıcılık ve Cumhuriyetçilik çatışması da söz konusu gerçeklerin örtbas edilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Ne yazık ki Türkiye, Osmanlıcaların, cumhuriyetçilerin, Turancıların, ümmetçi ve dinbazların gerçekleri yok sayması ve geçmişle yüzleşmeyi reddetmesi sonucu muasırlaşmayı başaramamıştır.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi de farklı görülen ancak özde birbirini tamamlayan söz konusu kesimlerin iş birliği sonucu kurulduğunu ve istibdat yönetimini yeniden tahkim ettiğini düşünüyorum.
Esas beka sorunu olduğunu düşündüğüm istibdat yönetimini, cumhuriyetin yüzüncü yılında geniş bir demokrasi ittifakı ile seçim sandığına gömmek tarihi bir sorumluluktur. Aksi durumda istibdat, kalıcı ve kurumsal bir düzen olarak azgınlaşarak yoluna devam edecektir.
İstibdatın alternatifi meşrutiyettir, millet iradesidir, demokrasidir, hukuk hakimiyetidir.
Bitsin artık iki yüz yıllık istibdat!
Ortak paydamız hürriyet, müsavat ve adalet Türkiye’si olsun…!
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR