Öncelikle belirtmeliyim ki din adamı, din görevlisi, din hocası gibi tanımlamaların İslam anlayışıyla ilgisi yoktur. Böyle bir sınıfın bağlayıcılığı olmadığı gibi meşruiyeti de yoktur. Orta çağ kilise geleneğinin Müslümanlar arasında karşılık bulması ve yayılması sonucu şekillenmiş bir anlayıştıt.
Abbasilerin Bağdat’ta kurduğu ‘Beytü’l-Hikme’ (Hikmet evi) ile başlayan aydınlanmanın önü de özgür ulema yerine taklitçi din adamlarıyla kesilmiş oldu. Zamanla bilim ve felsefe yasaklanmış, filozoflar, bilginler kafirlikle suçlanarak baskı altına alınmışlardır.
Artık medreselerde tartışma, sorgulama kültürü yerine ezber, taklit ve itaat kültürü hâkim olmuş ve zamanla bugünkü donuk din geleneği oluşmuştur.
Dini kurumların teşekkülü, şeyhülislamlık, fetva kurulları, Diyanet ve din adamlarına resmi kimlik kazandırılması ve camilerin yaygınlaştırılması gibi uygulamaların tamamı toplumu bu geleneksel din içinde tutmayı amaçlamaktadır.
Bu anlayışın sonucu olarak Müslümanlarda bir akıl tutulması yaşanmaktadır. Müslümanlar, okumayı, özgür düşünceyi, araştırmayı, akletmeyi, yenilenmeyi, gelişmeyi esas alan İslam’dan koptular. Bunun yerine asırlar önce yazılan kitapları, ezberciliği, taklidi, hikâye ve menkıbeleri ve “kara kaplı” kitaplarda olanı kaynak kabul ettiler.
Aklın ve ilmin ışığını kaybeden Müslümanlar, tamamıyla din adamlarının radarına girdiler. Din adamlarının anlattıkları ve yazdıkları menkıbe, efsane ve hikayelere inanmak, dini bir gereklilik olarak karşılık buldu.
Din adamlarının yönlendirdiği toplumlarda “aklı hür, fikri hür, vicdanı hür” insanların yetişmesi mümkün müdür?
Şüphesiz bu durum, sadece ülkemiz için değil, Müslüman aleminin neredeyse tamamı için söz konusudur. Dikkat çekici örneklerden birisi Müslümanların en çok itibar ettiği Mısır-El-Ezher Üniversitesi’dir.
Muhammed Esed, Mısır ziyaretinde El-Ezher’e gider ve orada hocaların öğrencilere büyük bir ciddiyet ve azimle ders verdiğini görüp memnuniyetini belirtince; gene orada hoca olan ve M. Esed’e oraları gezdiren Şeyh Maraği şöyle diyor:
Şu allameleri görüyor musunuz, bunlar sokaklarda yazılı kâğıt türünden ne bulurlarsa yiyip yuttukları söylenen Hindistan’daki o kutsal ineklere benziyorlar. Evet yüzyıllarca önce yazılmış kitapları sayfa sayfa yiyip yutuyorlar ama özümseyemiyorlar onları.
Kendileri asla düşünmezler, sadece okur ve tekrar ederler ve onları dinleyen öğrenciler de onlardan sadece okumayı ve tekrar etmeyi öğrenirler. Bu kuşaktan kuşağa böyle geçer. (Alıntı)
Benzer bir örneği Orta çağ Avrupa’sında görüyoruz.
Orta çağ Paris’inde papazlar “atın ağzında kaç tane diş olduğunu?” tartışmak üzere bir kilisede toplanırlar. Rahatsız edilmemek için kilisenin kapılarını kapattırıp nöbetçiler dikerler.
Birkaç gün geçmesine rağmen kapılar açılmaz ve tartıştıkları “önemli mevzuda” bir türlü anlaşmaya varamazlar. Çünkü “Atın ağzında kaç tane diş olduğu İncil’de bildirilmemiş.
Genç bir papaz, “Tartışmaya son verecek kolay bir çözüm var, dışarıya çıkıp bir at bulalım, ağzını açtırıp kaç tane dişi olduğunu sayalım” diyor.
Kıdemli papazlar, “İncil’de bildirilmeyen bir bilginin gerçekliği kabul edilemez” diyerek onu aforoz ederler. “(Alıntı)
Gelenekçi din adamlarının hareket noktası her dinde aynıdır. Oysa geçmişte yazılanları ve yaşananları kendi dönemin koşullarında değerlendirmek gerekir.
İslam kültüründe din adamı değil, ilim-irfan-hikmet ehli vardır. Bilgin ve Alim vardır. Düşünen ve akledenler vardır. Sorgulamak ve üzerinde taakkul, tefekkür ve tezekkür etmek vardır.
Sorgulaması yapılmayan ve eleştiri süzgecinden geçmeyen bir fikrin, “kitaplarda var” diye doğruluğundan emin olunmaz.
En önemlisi de ezber ve taklitle, hikâye ve menkıbelerle, dua ve ilahilerle veya unvan ve akademik kariyerle ‘Alim’ olunmaz.
İslam bilgini, alimi, öğretmeni, rehberi ve mürşidi sayılmak için alim olmak da yetmez. İlim-irfan-hikmetle birlikte bağımsız, ahlaklı, adil, münevver, mütefekkir, muasır ve dindar olmak da gerekir.
İktidarların, güç ve menfaatin kölesi olmayı, devlete ve makam sahiplerine dalkavukluk ve zenginler sofrasında meddahlık yapmayı vazife edinmiş din adamlarından İslam öğretmeni, rehber ve mürşit olmaz.
Keçecizade İzzet Molla'nın deyişiyle;
''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap
Eyler onu müdahane-i âliman harap''
(Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz
Onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.)
Ne yazık ki ülkemiz başta olmak üzere Müslüman dünyasının tamamı, sayılı bir kaç alim ve münevver dışında irfan-hikmet, özgür düşünce ve asrın idrakinden yoksun iktidar uleması, üniversiteler, dini ilimler ve hafız yetiştirme okulları, Kur’an kursları ve medreselerle dolup taşımaktadır.
Bunların hangisinde İslam’ı anlayacak özgür düşünce, ortak akıl, evrensel anlayış, dünya, kâinat ve gelecek tasavvuru söz konusudur?
Noktayı merhum M. Akif Ersoy yaklaşık yüz yıl önce koymuştur:
Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü?
İbn-i Sînâniye yok? Nerde Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?
En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma’nâ çıkaran,
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ,
İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.
Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister;
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR