Resul-ü Ekrem sonrası yaklaşık 200 yıllık bir dönemin parantez içine alındığını, bu dönemin tartışılması, sorgulanması, araştırılması, müzakere konusu dahi yapılması adı konulmamış ancak fiili bir durumla yasaklandığını biliyoruz. Medreselerden Tarikatlara, cemaatlerden siyasi oluşumlara kadar, özellikle Sünni kesimler için bu alan tamamıyla dokunulmaz kabul edilmiştir.
Oysa Müslümanlığın kaderi ve İslam’ın istikameti bu ara dönemde çizilmiş, bu dönemde yeniden şekillendirilmiş ve insanlığa “Müslümanların dini” olarak sunulmuştur. Bizim için hala açık, berrak ve şeffaf olmayan bu dönemde, hak ile batılın, hakikat ile yalanın, doğru ile yanlışın, hayal ile gerçeğin iç içe geçtiğini biliyoruz. Buna rağmen bu dönemle yüzleşmekten korkuyoruz, kaçıyoruz, “maslahat” gerekçesinin arkasına gizlenerek mazeretler üretmeye devam ediyoruz. Peki, bu kaçışımız daha kaç asır devam edecektir? Veya bu kaçışımızın makul, kabul edilebilir bir gerekçesi var mıdır? Kaçarak kurtulmamız mümkün olacak mı?
Bizler kaçsak da, dönemin olumsuzlukları ve günahları peşimizi bırakmayacak, giderek ağırlaşan bir “vebal yükü” olarak sırtımızda kalmaya devam edecek. Bizler, bu vebali miras aldık ancak bizden sonra gelenlere devretme hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Miras bizim, tarih de bizimdir. Reddi miras yapmadan tarihimizle yüzleşmeli ve helalleşmeliyiz ki, hem İslam özgürleşmeli, hem de Müslümanlar..!
Bizim amacımız, o dönemle ilgili bir yargılama yapmak ve hesaplaşmak değildir, dinimizle ilgili iddialara ilişkin duyduğumuz kaygı, korku ve endişelerimizi gidermek, karanlık dünyamızı İslam’la aydınlatmaktır. Yoksa geçmişte yaşananlarla ilgili hükmü ancak Allah verecektir.
“Ve yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanacak. (Herkesin işlediğinin) hesabı ortaya dökülecek; bütün peygamberler ile (öteki) bütün şahitler huzura çağrılacak ve kendilerine adaletle hükmedilecektir. Ve onlara asla haksızlık yapılmayacak,
Çünkü herkes, yapmış olduğu (iyi veya kötü) her şeyin karşılığını tam olarak görecektir. Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.” (Zümer Suresi/39:69,70)
Bir Müslüman-mü’min sorumluluğu ile İslam gerçeğine ulaşmak isteyenler için bu dönemi atlayarak gelişmeleri, neden ve sonuçlarını anlamanın mümkün olduğunu düşünmüyorum. Fitnenin ve kaosun her tarafı kapladığı ve kararttığı, saflığın ve masumiyetin korunamadığı bir ortamda, Hadis derleme-toplama çalışmaları başta olmak üzere, mezhep ve meşrep ekollerinin tohumlarının atıldığı, fırka ve tefrikanın örgütlü yayıldığı bu dönemi sorgusuz, sualsiz tam bir teslimiyet içerisinde kabul etmek ne kadar akılcı, ilmi ve İslamidir? Kaldı ki tartışmalar bu dönemde bitmemiş, aksine artarak devam etmiştir.
Biliyoruz ki, Resulüllah’tan (a.s) hemen sonra tartışmaların siyasal alanda başlaması, büyük kargaşalara ve kabile taassuplarına yol açmıştır. Hz. Ebubekir’in (r.a.) seçilmesiyle başlayan tartışma süreci tarih boyunca aralıksız devam etmiştir. Hatta Hz. Ebubekir’in seçilme ve Hz. Ömer’i (r.a.) atama yöntemi Muaviye tarafından da kendisi ve oğlu Yezid’in yönetimi için bir referans olarak kullanılmıştır. Muaviye yönetiminin, bazı istisnalar dışında Sünni dünyası tarafından dini referanslarla meşru kabul edildiği ve bugüne kadar gelen yönetim geleneğinin de bu yönetim biçimine ve modele dayandığı da açıkça ortadadır.
Abbasi, Osmanlı ve modern dönemde bazı Müslüman ülkelerde uygulanan yönetim modellerinin Muaviye-Yezid geleneğine dayandığı da gizli değildir. Şimdi, bu geleneği ve söz konusu referansları hala meşru, üstelik İslam’ın bir gereği olarak kabul edip, itaati, biati, teslimiyeti “vacip/gerekli” görmeye devam mı edeceğiz?
Yoksa Müslümanların Kur’an referanslarına dayanmadan geliştirip uyguladıklarını dünyevi-siyasi bir sistem kabul ederek, oluşan bu geleneği “İslamsız bir Müslümanlık” olarak mı tanımlayacağız? Kişisel olarak ben, sevabıyla-günahıyla bu geleneği dünyevi-siyasi bir mücadele olarak tanımladığımı ve “İslamsız bir Müslümanlık” olarak bize miras bırakıldığını düşündüğümü ifade etmeliyim.
Bu durumda, siyaseti dokunulmaz kılan bir anlayış İslami, vicdani, ahlaki olabilir mi? Gayr-i İslami bir siyaseti “dini miras” olarak sahiplenmek ve nesilden nesile aktarmak İslam’a karşı haksızlık olmaz mı? Ölçümüz adalet ve vicdan olması halinde geçmişimizle yüzleşmekten niçin korkalım? Yüzleşmekten korkanlar ancak peygambere isnat ettikleri hadislerle, farklı yorumladıkları ayetlerle, saray ve iktidar yanlısı ulemanın fetvalarıyla siyasi ve dünyevi mücadeleleri dinselleştiren ve İslam’a monte etmeye çalışan dinbazlardır.
Dinbazlık, biz Müslümanları hakkı inkâr eden, hukuk ve adaleti tanımayan, vicdan ve merhameti körelen bir topluma dönüştürdü. Müslümanlar olarak yüzleşmekten kaçtıkça İslam’dan uzaklaştığımızı unutuyoruz. Bu durumda bizler İslam’ın rahmetini kaybettikçe kazanan hep hakkı yalanlayan dinbazlar, hakkı yok sayan egemenler ve hakkı çiğneyen zalimler olacaktır. Kurtuluş arayan bizler; "(Ey Rabbimiz!) Hakkı inkâr eden bu toplumun elinden lütfunla kurtar bizi" (Yunus/10:86) diye yalvarıp hakikatle yüzleşerek Hak’ta, Adalette, İslam’ın alemleri kuşatan barış ve rahmet çatısında toplanmaya gayret etmeliyiz..!
(devam edecek)
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR