Diyarbekir’i yazmak benim için hiç kolay değil, tıpkı İbrahim Halil Demir’in dile getirdiği gibi;
Ey diyarbekir, Diyarbekir!
Seni sana yazmak, asla ve asla kolay değil, çünkü sen, yazılmakla anlatılamazsın.
Sana karşı saygıda kusur edenleri, ahde vefasızları, kucaklamaz, bağrına basmazsın.
Kim havanı teneffüs etmiş, suyunu içmişse, ister istemez meftun olur sana.
Sen harikuladenin de fevkindesin. Yedi düvelin hiç birinde bulunamazsın.
--
Hewsel ve Diyarbakır’ın binlerce hikayesi olsa da Şair Cmoslogic’in dediği gibi aslında hikayesi daha yazılmamış Diyarbakır’ın.
“Diyarbakır
Ahmed Arif'in dizeleri,
Yılmaz Odabaşı'nın haykırışı,
Cahit Sıtkı'nın hüznü,
Ahmet Kaya'nın şiire döktüğü şehirdir Diyarbakır.
Yüreklere sığmayan bir sevdadır.
Baş döndürücü, mistik, ütopik, herkesin sevdasını içinde yaşadığı bir sevgilidir Diyarbakır...
Aşık insanların karanfil kokulu şehridir Diyarbakır.
Hikayesi daha yazılmamış bir şehirdir Diyarbakır...”
--
Tarih Kenti
Diyarbakır, 7 bin yıllık tarihsel varlığını sürdüren Kalesi, binlerce yıllık Surları ve Burçları hala orijinal ve özgün kültür varlıkları olarak yaşamakta, dünya tarihi ve medeniyet için önemli bir evrensel miras özelliğini korumaktadır.
Kuruluş tarihini bilmediğimiz kadar eski bir yerleşim yeri olan Diyarbakır, günümüze kadar 33 medeniyete beşiklik ve birçok medeniyete de payitahtlık yapmıştır.
Kaynaklarda Diyarbakır'da ilk olarak “Paleolitik (Eski Taş Devri) ve Mezolitik (Orta Taş Devri) devirlerdeki yaşam izlerini Silvan’da Hassuni, Ergani'de Hilar ve Eğil mağaralarında görebilmekteyiz. Günümüzde kazı çalışmaları devam eden ve tarihi MÖ. 11 binlere kadar inen Bismil ilçesi Ağıl köyü Aşağı Sazlık mezrası yakınlarında bulunan Körtiktepe ise bölgenin Neolitik (Yeni Taş Devri) dönemine ışık tutmaktadır.” (Kaynakça: T.C. Diyarbakır Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Müze Müdürlüğü)
Bu kadim şehirde MÖ. 3 binli yıllarda Kürtlerin ataları olan Hurrilere ait olduğu tespit edilen izlere rastlanmıştır. M.Ö. 13. Yüz yılda şehre Asurların hâkim olduğu ve M.Ö. 7. Yüz yıl ortalarına kadar Asur egemenliğinde kaldığı tarihçiler tarafından kabul edilmektedir.
Asurlardan sonra Medlerin kontrolüne geçmiş, MÖ.550 yılında da bölge tamamıyla perslerin kontrolüne geçmiştir. MÖ.331 yılında Persleri yenen İskender bütün Mezopotamya’ya hâkim olmuş, dolayısıyla Diyarbakır da İskender’in hakimiyetine girmiştir.
Daha sonraki dönemde Diyarbakır, yaklaşık bir asır Roma egemenliğinde kaldıktan sonra 226 yılında Sasanilerin hakimiyetine girmiştir. Birçok savaştan sonra 503 yılında tekrar Bizans hakimiyetine geçmiş ancak istikrar sağlanamadığı için 639 da Müslüman Araplar tarafından fethedilmiştir.
1515 yılında Yavuz Sultan Selim ile Kürt mirlikleri arasında yapılan anlaşma sonucu Osmanlı ile ittifak yapılmış ve zaman içerisinde de Diyarbakır Osmanlı hakimiyetinde Kürdistan Eyalet merkezi haline getirilmiştir.
Tarihi camileri, kiliseleri, mescitleri, medreseleri, türbeleri, hanları, hamamları, köşkleri, on gözlü köprüsü ve en önemlisi de Dicle Nehri ve Hevsel bahçeleriyle emsalsiz bir medeniyet kentidir Diyarbakır.
Peygamberler, sahabeler, sultanlar, paşalar, mirler, beyler, ağalar, meşayih ve ulema, bilim insanı, edebiyatçı, şair, sanatçı, müzisyen ve gazelhanlar ile anılan Diyarbakır, Mekke ve Medine’den sonra en çok sahabenin bir arada medfun olduğu manevi bir beldedir.
Fâtih Paşa (1516-1520), Hüsrev Paşa (1521-1528), Ali Paşa (1534-1537), İskender Paşa (1551), Behram Paşa (1564-1572), Melek Ahmed Paşa (1587-1591), Nasuh Paşa (1606-1611), Kürt İsmâil Paşa (1868-1875) gibi camileri şehrin kimler tarafından yönetildiğinin de göstergesidir.
Çok kültürlü, çok dinli, çok etnisiteli. Müslüman-Yahudi-Hıristiyan-Ezidi, Kürt, Türk, Arap, Ermeni, Süryani, Kildani, Rum ve diğer unsurların birlikte yaşadığı bir dünya kentidir Diyarbekir.
Önceleri Amed, daha sonra Diyarbekir ve 1937 yılından itibaren de Diyarbakır ismiyle bilinen bu kent, yıkım, değişim ve siyasi tehditlere rağmen ‘şehirlerin şahı’ olarak kimlik, tarih ve kültürel varlığını sürdürmektedir.
Asil ve seçkin bir kenttir, asaletini taşıyanlar için bir ayrıcalıktır, onur abidesidir Diyarbekir. Bazalt-kara taşlarıyla ve kızgın güneşiyle cehennemi hatırlatır ancak Hevsel’i ve kutsal Dicle Nehri ile cennettir Diyarbekir.
--
Hewsel Cenneti
“Kırklar Dağı'nın eteklerinde,
Kulaklarımda Suzan Suzi nağmeleri.
Dudaklarımda müstehzi bir tebessüm...
Karşımda moderniteye direnen
Ve uzun dünlere uzanan Hevsel Bahçeleri...
Tılsımlıdır Hevsel Bahçeleri'nin ılık esintisi.
Götürür insanı maziye.
Maziyse donup kalmıştır oysa ki,
karanlığın içinde.
Eşelenmedikçe kavurmaz içi.”
Ben de Nihal Bıkım’ın “Hevsel Bahçeleri'nin Tılsımı” adlı şiiri gibi Hevsel’i eşelemeye çalışıyorum.
Neler var içinde?
Kimler geldi geçti bu diyardan?
Ne ektiler, neler biçtiler Hevsel cennetlerinden?
Kelime olarak “örtmek, gizlemek” anlamına gelen cennet, “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe” mânasında kullanılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de “gölgelerden, dallardan, sarmaş dolaş olmuş koyu yeşilliklerden, meyveleri kolayca toplanabilen ağaçlardan, ırmaklardan bahsedildiği” de dikkate alındığında dini anlamda da cennetin dünya bahçeleri ile tasvir edildiği görülmektedir.
Kişisel olarak dini anlamıyla Hevsel’i tanımlamıyorum ancak dünyevi anlayışla bir cennet olduğu da inkâr edilmez. İster dini ister dünyevi anlayışla olsun bütün kültürlerde cennet, bahçeye benzetilmektedir.
Hewsel, Diyarbakır şehrinden ayrı değerlendirilemez. İkisi birlikte ve bir bütün olarak kültürel bir mirasımızdır. Bu kadim medeniyet kentinin ne zaman kurulduğuna ilişkin kesin bir tarihten söz edilmiyor.
Yerleşim merkezi olarak M.Ö. 3 binli yıllarda Hurrilerin ve Mitani’lerin hakimiyeti altında olduğu bilinmektedir. Diyarbakır’ın M.Ö. 6. Yüz yılda Medlerin hakimiyetinde olduğu tarihçilerin ortak kabulüdür.
Aslında on bin yıllık tarihsel varlığından söz edilmektedir Diyarbakır’ın. İnsanlık tarihi için önemli miraslardan biridir. Diyarbakır surları gibi Hevsel Bahçeleri de 2015'te UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edilmiştir.
Kuşkusuz Hevsel’in tarihi, Surlardan çok daha eskidir. Hewsel nedeniyle Surların UNESCO tarafından koruma atına alındığı da söylenir.
Hevsel sadece bir bahçe değil, Dicle Nehri kıyısında yaklaşık yedi yüz hektarlık (10 bin dönümlük) bir arazi olup yaklaşık 8 bin yıldır kesintisiz olarak bu arazide tarım yapılmaktadır.
En önemli özelliği, 9 metre derinliğe kadar toprakları tarıma elverişli olmasıdır. Tarıma elverişli topraklar arasına dünyada bir benzeri olmadığı için UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescil edilmiştir.
Mezopotamya tarımın anavatanı olarak bilinir. Diyarbakır’ın tahıl ambarı olması yanında Hevsel bahçeleri de Mezopotamya’nın da ‘kuş cenneti” olarak da tanımlanabilir. 180’den fazla kuş türü tespit edilmiştir.
Kuşların ‘göç yolu’ olarak bilinen Dicle vadisi, Hevsel bahçeleriyle hem yazları hem de kışları göçmen kuşlara ‘dinlenme tesisleri’ işlevi görmektedir. Kuşlar burada güven içerisinde barınır, bol yiyecekle beslenir ve dinlendikten sonra yollarına devam ederler.
Hevsel Bahçeleri, çıkardıkları seslerle dinleyenleri mest eden bülbüllerin de mekanıdır. “Bülbül, söğüt bülbülü, kamış bülbülü, çalı bülbülü ve dağ bülbülleri” sığ çalılıklarda yaptıkları yuvalarından müzikseverlere adeta konser verirler.
Eskiden sultanların, paşaların, beylerin, şairlerin bülbül sesi dinlemek için Hevsel Bahçelerine geldikleri rivayet edilir.
Hevsel’de kuşların yanı sıra kızıl tilki, sansar, su samuru, domuz, kirpi ve sincap gibi onlarca hayvan türü de var.
Vadiden esen rüzgarın etkisiyle yüz binlerce kavak ağacının milyonlarca yaprakla çıkardığı sesi, yılan gibi kıvrılarak akan Dicle Nehri ve binlerce kuşun melodisi ile şekillenen bir cennet bahçesi.
Gezginlerin, Hevsel’i gördüklerinde “Cennet burası olmalı” dedikleri nesilden nesile aktarılmıştır.
Hevsel, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın kovuldukları cennet mi yoksa yer yüzünde inşa ettikleri cennet mi bilmiyorum ancak bir cennet olduğu kesin.
--
Kadimdir Hevsel bahçelerim
Hevsel, “Dicle'nin taşıdığı bereketli topraklarla oluşmuş, üzerinde çeşitli meyve ağaçlarının, sebze bahçelerinin bulunduğu, binlerce yıl boyunca kentin sebze ve meyve ihtiyacını karşılamış” kadim bir mekânın adıdır.
On bin dönümlük Hevsel arazisi yüzlerce parselden oluşur. Her parsel ayrı ayrı isimlendirilmiş. Her parsel için farklı bir tarih, anı ve macera anlatılır. Çifthavuzlar, Topal Tumo, Halepli, Cin Ali, Çerkezoğlu, Filalo, Soğukpar, Pehlivan gibi…
Hevsel bahçe ve tarım arazisinin sulaması üç ana kaynaktan getirilen suyla yapılmaktaydı. Daha sonra kanalizasyon suyunun da bahçelere verilmesiyle sulamasına devam edilmiştir.
3 ana kaynak; Hamravat, Anzele ve Hz. Süleyman (İç kale) kaynak sularıdır. Ayrıca Şehitlik deresinden gelen su da sulama da kullanılmaktaydı.
Hamravat suyu daha sonra kesilerek içme suyu olarak kente verilmiştir.
Anzele suyu, peş peşe sıralanmış 7 (yedi) un değirmenini çalıştırdıktan sonra Dink denilen Çeltik değirmenini çalıştırır ve daha sonra da Hevsel’in sulamasında kullanılırdı.
İç Kale (Hz. Süleyman) kaynağından akan suyla dört değirmen çalışırdı ve sonra da bahçelere akardı.
Şehitlik deresinden akan suyla önce Aşa Keşiş (Keşiş değirmeni) çalışır, sonra Bitlisli Cemil değirmeni ve daha sonra da sulama için Hevsel’e akardı. “Aşa Keşiş” sadece bir değirmen ismi değil, ismini çok dinli ve çok kültürlü dönemde keşişlerin çalıştırdığı değirmenden almaktadır.
Şehitlik deresi, ‘Ben u Sen’ olarak bilinen ve “Gece kondu” yöntemiyle yapılaşmasına izin verilen alandan aşağıya doğru uzanırdı. Esas itibariyle ‘Ben- u Sen’ bölgesi de yapılaşmadan önce Hevsel arazi ve bahçelerinin bir parçasıydı.
Surlarla çevrilmiş Diyarbakır’ın güney tarafı Fiskaya ve Ben u Sen’den başlayıp on gözlü köprü ve Gazi Köşkü’nü de içine alacak şekilde bahçelerle kaplıydı. İç kale, surlar ve Dicle Nehri ile binlerce meyve ağaçlarıyla, cıvıl cıvıl kuş yaşamı ile Hevsel Bahçeleri bir bütün olarak tasavvur edildiğinde “cennet” olarak tanımlanmasının mübalağa olmadığı anlaşılacaktır.
Etrafı surlarla çevrilmiş asalet ve tarih şehri Diyarbekir’i sadece Hevsel ve Dicle ile tanımlamak yeterli değildir. Karacadağ ve Kırklar dağı ile ayrı bir güzelliğe sahiptir. İpek yolunun kavşak noktasını oluşturması bakımından da bir ticaret merkezi.
Ne güzel demiş M.Cemalettin AKBAŞ;
“Dört tarafın surla dolu tarih kokar sağı solu
Burdan geçer ipek yolu anam babam Diyarbakır.
Hatun katsal Mardin kapı Gazi Köşkü Kırklar dağı
İnan hasret içim yahi anam babam Diyarbakır.
…
Döner akar Dicle nehri yemyeşil dir hep cin ali
Unutmadım ben hevseli canım benim Diyarbakır.”
--
Hevsel, Diyarbakır-Musul Kelek taşımacılığının başlangıç noktasıdır. Kelekler, Hevsel içinde Dicle Nehri üzerine inşa edilen On Gözlü Köprü veya Şat (Büyük Nehir) olarak bilinen Dicle kıyısından kalkar, Musul’a doğru Dicle Nehri ile birlikte yol alırlardı. Suyun yüksekliğine bağlı olarak yolculuk 4 (dört) ile 7 (yedi) gün arasında devam ederdi.
Bu güzergahta yaklaşık 7-8 Kelek filosunun olduğu söylenir. Kelekler Musul’a ulaşıp mallar boşaltıldıktan sonra tulumlar sökülür, katırlara yüklenerek tekrar Diyarbakır’a getirilirdi. Geriye kalan ağaç-tahta kısmı da Musul’daki tüccarlara satılırdı.
Anlaşılacağı gibi Diyarbakır-Musul arası güzergâh hep hareketli ve birbirini besleyen iki kent konumundaydı. Siyasi kaderleri gibi ticari kaderleri de ortaktı. Mezopotamya’nın hangi kenti sıradan sayılabilir ki?
Ancak coğrafyanın hem kalbi hem de beyni konumunda olan Diyarbakır’dı. Bugün de Diyarbakır kültüründen beslenmeyen, burada oluşan fikirlerden nasiplenmeyen bölge kentlerinin, köklerinden nasıl koparıldığını görüyoruz.
İlim-irfan-hikmet merkezi Diyarbekir, farklı kimliklerin ve çok kültürlülüğün ana yurdu konumundaydı. Tehcir, katliam, asimilasyon sonucu değişikliğe uğrasa da tekçiliğe teslim olmamak için direnişini sürdürmektedir. Her şeye rağmen Diyarbakır, bölge kentlerinin ve Mezopotamya coğrafyasının ortak kimliği olmaya devam etmektedir.
Bu bağlamda Hewsel de çoğulcu coğrafyanın ortak mirasıdır. Kadim bir tarihin ve kadim bir tarım üretiminin ana yurdudur. Dicle kıyısında bostan, Hevse’de ise tarım yapılır, sebze ve meyve yetiştirilirdi.
Unutulmaz şekerpare kaysısı, coğrafyamızda pek emsali olmayan iri kum şeftalileri, ayva, can eriği, papaz ve mürdüm eriği, urum ve kara dutu (kara hubur), elması, armudu, 2 metreyi geçen çay kıttileri, dolmalık kum patlıcanları, çeşitli yeşillik, soğan, roka ve marulu ile Diyarbakır’ın sebze ve meyve ihtiyacının önemli bir kısmı yakın zamana kadar (40 yıl öncesine) Hevsel tarlaları ve bahçelerinden sağlanıyordu.
Dicle Kıyısı boyunca bostan tarlaları olurdu. Bugün bildiğimiz biçimiyle ekilen karpuz çeşidinden söz etmiyorum. Kum kuyularında ve ‘koğa’ denilen Güvercin gübresiyle üç çeşit karpuz yetiştirilirdi.
Birincisi, Ferit Paşa olarak tanımlanan karpuz çeşidi. Bir tane karpuzun yaklaşık 120 (yüz yirmi) kg ağırlığında olduğu dikkate alındığında nasıl bir ürün yetiştirildiğini artık siz düşünün.
Bir Deve’ ye iki karpuz yüklenir ve pazara götürülürdü. Esas meşhur olan Diyarbakır Karpuzu, sadece büyüklüğü ile değil, hem ağırlığı hem de tadı ile bilinir. Bıçakla değil, kılıçla kesilir ve dilimlenirdi.
İkincisi, Pembe Karpuz. Mevsimin ilk çıkan karpuz çeşidiydi. Ağustos ayında olgunlaşırdı. Kabuğu ince ve bal tadında olan bu karpuzlar 10 ve 15 kg ağırlıktaydı.
Üçüncüsü, Sürme denilen karpuz çeşidiydi. Eylül sonuna doğru çıkan bu karpuzlar 40-45 kg ağırlığında ve bal tadındaydı. Bıçak vurulduğunda kendiliğinde yarılır ve enfes bir koku salardı.
Ferid Paşa karpuzlarını görmedim. Bizden önce yetiştirilen karpuzlardı. Özel emek ve ustalık isteyen bir ürün. Çay kenarında ve özel olarak açılan kum kuyularında yetiştirilen bu karpuzlar Diyarbakır’ın simgesi haline gelmiştir.
Karpuz gibi Dicle kıyısında bostanda yetişen önemli ürünlerden biri de kavundur. Külahlı kavun, Dilimli kavun, Azo kavunu, Cep kavunu Herbecun kavunu, Yaz ve Kış kavunu gibi isimlerle tanımlanan kavun çeşitlerinden söz edilebilir. Dilimli kavunlar özel olarak kış için saklanır ve kaldıkça daha da tatlanırdı.
Bizim de çocukluğumuzda yediğimiz bu kavun çeşitlerinin tamamı bal tadındaydı. 15-20 kg ağırlığında olan bu kavunlar kesildiğinde gerçekten bal gibi şire akardı.
Bugün itibariyle sözünü ettiğim karpuz ve kavun çeşidine rastlamak mümkün değildir. Çünkü artık doğal olarak yetiştirilmiyor.
--
Çocukluğumuzda Hevsel’de her ürün mevsiminde sunulur, çarşı, pazar ve sokaklarda satılırdı. Satıcılar, başlarında taşıdıkları tavlalar üzerine istifledikleri ürünleri efsanevi tanımlarla seslendirirlerdi.
Kaysı için “şekerpare!”, şeftali için “lokum!”, erikler için “Can eriği!”, “kırmızı aluç!”, Dut için “beyaz dut!“,“Kara hubur!” diye bağırırlardı. Sesleriyle taş sokaklar yankı yapar ve evlere neşe dolardı.
Kara hubur dutu gerçekten efsaneydi. İri ve tatlı. Karpuz kadar simgesel bir değeri vardı. Beyaz duta pek ilgi gösterilmezdi.
Hevsel bahçeleri halkın kullanımına açık özgün yerlerdi. Hayvan besicileri, özellikle süt ineklerini bahçelerin etrafında otlatırdı. Sebze hasılatı bitiminde tarlalar hayvanlar için çok besleyici ve sütü artırıcı bir otlağa dönüşürdü. Bu dönemde hayvanlar tarlalara salıverilir, gübre ihtiyacı da böylece temin edilirdi.
Ayrıca bu dönemde kimileri kış ihtiyacı için kuru çalılık ve odun toplar, kimileri yabani otları biçer evlerine götürürdü.
Diyarbakır halkı için mesire kültürü çok önemli olduğu için aileler her hafta sonu bahçelere iner piknik yaparlardı. Gazi Köşkü en yoğun yerlerden birisiydi. Çocukluğumuzda, her fırsat bulduğumuzda oraya gider, şenliklere katılır, top oynar, aramızda futbol maçları yapardık.
Kimileri mangal keyfi yapar, kimileri de evde pişirdikleri mahalli yemekleri oraya getirir, tanıdık-yabancı ayırımı yapmadan birbirlerine ikram ederlerdi.
Her ağacın altında bir muhabbet, sevinç, neşe tablosu oluşurdu. Saz veya cümbüş çalanlar, şarkı söyleyenler, halay çekenlerle bir bayram ve düğün havası oluşurdu.
12 Eylül askeri cunta yönetimiyle birlikte bahçe ve mesire keyfi yavaş yavaş azalmaya başladı ve sonra da yok oldu. Ceberut yönetimler Diyarbakır halkı için hafta sonu eğlencelerini dahi çok görmüştü.
Olup-bitenler, sadece halkın hafta sonu eğlencesini bitirmedi, kültürümüzü, tarihimizi, dayanışma ve muhabbetimizi de tahrip etti. Artık, baskı, işkence, ölüm ve cezaevi serüvenleri başladı. Düğünlerimiz, bayramlarımız, halaylarımız yerini acılara, ağıtlara ve yaslara bıraktı.
Yoğun göç alan Diyarbakır, göç vermeye de başladı. Semtler, mahalleler, sokaklar el değiştirdi. Eşraf ve esnaf tedirgin oldu. Doğal olarak hafta sonları “Berçem” ve bahçe piknikleri de yok oldu veya biçim değiştirdi.
Bütün bu olumsuzluklardan sonra insanlık mirası olarak Hewseli orijinal haliyle koruyabildik mi?
Ne yazık ki HAYIR!
--
Devlet tarafından desteklenmeyen Hevsel tarımı, maliyetlerin yükselmesiyle birlikte tarihi geleneksel tarımdan yavaş yavaş vaz geçilmiş, yeni ürünler denenmeye başlanmıştır.
Bunun içinde asırlık meyve ağaçları kesilmiş, sebze yetiştiriciliği de terk edilmiştir. Yüz yıllık Kara hubur (dut) ağaçlarının kesilmesi bir kıyımdı. Bugün itibarıyla bu alanlarda çok azı dışında tamamıyla Mısır ekimi yapılmakta ve Kavak yetiştirilmektedir. Tarım alanında Mısır, bahçe boyutuyla da kavak ağacından söz edebiliriz.
Hevsel bahçelerinin tahribat, yıkım ve bozulmasında tarih ve kültürel bilinçsizlik yanında birinci derecede Tarım Bakanlığı ve Kültür Bakanlığının sorumlu olduğu açıktır. Valilik, Belediye ve DSİ’lerinin (Devleti Su İşleri) de önemli ölçüde sorumlu olduklarını da not etmeliyim.
Hevsel Bahçeleri, Dicle nehir yatağında ve geniş-düz bir araziye yayıldığı için doğal olarak sel ve taşkın tehlikesi altındadır. Zaman zaman büyük zararlar gördüğü bilinmektedir. Son olarak 2018 yılında Eğil Barajı duvarının patlaması sonucu Hevsel arazisinin kaybı 350 dönüm olmuştur.
Sel sonucu 1500 kamyon civarında çöp toplanmıştır. Resmî kurumlardan yardım alınmadan çöplük temizlenmiştir. 600 dönüm kavaklık alan yok olmuştur. Birçok canlı türü telef olmuştur.
Eğil’den Türkiye sınırının bitimine kadar nehir güzergahında hesapsız zararlara yol açmıştır. Hevsel alanının geniş olması, On Gözlü Köprü’nün sel nedeniyle yıkılmasını önlemiştir.
Anlayacağımız, Hevsel olmasaydı, Mervaniler devrinde 1065 yılına yaptırılmış tarihi taş köprü (On Gözlü Köprü) de bugün ayakta kalamazdı.
Buna rağmen Kadim Hevsel arazisi yeterince korunmamaktadır. Unesco fonlarına rağmen Hevsel’in yolları ve çevre düzenlemesi hala yapılmamıştır.
Yaklaşık iki yüz yıllık olduğu tahmin edilen Dink (Çeltik değirmeni) restore edilerek korunurken diğer değirmenlerin ise sadece kalıntıları durmaktadır. Bunun nedenlerini de sorgulayan, araştıran yoktur.
En önemlisi de yaklaşık 50 yıllık geçmişine rağmen Dicle Üniversitesi’nin kayda değer bir ilgisi görülmemektedir. Dicle Nehri kıyısı, Hevsel karşısında binlerce dönüm arazisine rağmen Üniversite tarafından örnek bir ürün yetiştirilmemiş, doğal kavunu da karpuzu da unutulmaya mahkûm edilmiştir. Valilik, Üniversite, DSİ, Belediye başta olmak üzere ilgililerin kayıtsız kalması düşündürücüdür.
Diyarbakır’ın tarih, kültür, asalet ve kimlik bilincini taşıyan valiler, Belediye Başkanları, Milletvekilleri, siyasetçiler, yazar ve aydınlar yetişmedikçe Diyarbakır’ı korumak mümkün gözükmüyor.
Asalet şehrine asil insanlar gerek.
İbrahim Halil Demir’in sözlerinde bu gerçeği görmek mümkün:
Ey diyarbekir diyarbekir!
Sen, şeref ve namus abidesi asil insanların sımsıcak otağı,
Sen, muhabbet ve sevgi bayrağının özgürce dalgalandığı dağı,
Sen, insanlıktan nasiplenmişlerin en muhkem kardeşlik bağı,
Ve sen, tarihe mal olmuş mert ve yiğitlerin yaşadığı altın çağısın.
--
Hevsel’i korumak zorundayız.
Hevsel arazisi yüzlerce parselden oluşmaktadır. Mülk sahipleri daha çok beyzade ve paşazadelerdir. Parsellerin çoğu aileler veya camiler adına vakfedilmiştir.
Hevsel, öğrenebildiğim kadarıyla tarih boyunca resmi güvenlik güçlerinin korumasında olmamıştır. Diğer tarım arazileri veya bahçeler gibi mevsimlik de değildir. Kış-yaz her mevsimde, gece-gündüz her vakitte korunması ve kontrolde tutulması gereken özel bir alandır.
Bu nedenle korunması, ıslah ve yenilenmesi, temizlenmesi, hazırlanması gibi ihtiyaçları aralıksız devam eder. Güvenliği ise en önemli sorunu oluşturur.
Ancak Hewsel hep güvendedir. En azından Zaza Abdo’yla başlayan süreçte üç nesildir hiç güvenlik zaafiyeti yaşamamıştır. Bunda en büyük pay, önce Zaza Abdo, oğulları H. Hakkı ve Zeki Oğurlu’nundur. Bu iki insan, sadece Hevsel güvenliği için değil, babaları Zaza Abdo’nun da güvendiği önemli kişilerdi.
Ayrıca Zaza Abdo geçimsiz bir insan değildi. Mertliği ve cömertliği yanında kendisi gibi Hevsel’de söz sahibi olan namlı insanlarla da iyi bir ahbaplık ve dostluk içindeydi. Birbirlerini sever, sayar ve kollarlardı. Hevsel bugünlere ancak böyle bir dayanışma ile gelebilmiştir.
Hevsel’in korunmasında şüphesiz başka ailelerin ve önemli kişilerin rolü de göz ardı edilemez.
Ancak Hevsel denilince ilk akla gelen Zaza Abdo ve ailesidir. Zaten bahçenin 5/4’ü Zaza Abdo ailesinin uhdesindedir. Bugün de birinci derecede sorumlu ve emektar olarak Zaza Abdo’nun torunları ve amcazade Garip ve Murat Oğurlu’dur.
Hevsel, sıradan bir arazi, bahçe veya mekândan ibaret değildir. Korunması, muhafazası, güvenliği kolayca sağlanacak bir mekân hiç değildir. Sabah ezanıyla birlikte başlayan Hevsel mesaisi akşama doğru sona erer ancak güvenliği için mesai hiç bitmez.
Emektarları unutulmasın diye kendilerini anmak isterim. Hakkı Ağanın cezaevinde olduğu ve Zeki’nin öldüğü 1980’li yıllarda kısa bir dönem için sıkıntılar yaşansa da Hakkı Ağanın dışarıya çıkmasıyla sorunlar çözüldü ve yeniden Hevsel’de düzen sağlandı. Hakkı Ağanın ölümü (1999) büyük bir kayıp olsa da bir boşluk yaşanmadı. Çünkü tedbiri yine bizzat Hakkı Ağa almıştı. Yeğeni ve damadı Murat’ı hiç yanından ayırmamış, tecrübelerini ona aktarmıştı.
Zaza Abdo’ya fiziği ile en çok benzeyen torunu Murat Oğurlu’dur. Şalvar-Ceket-Yelek-Köşeli kasket-Köstek saat ve özel yapım ayakkabıları giyinip kuşansa tıpa tıp dedesine benzeyecektir.
Modern giyimi tercih eden Murat delikanlı biridir ancak dedesi gibi fakir fukaranın, garip gurabanın hamiliğini de yapabilse “Hevsel Ağası” olarak nam yapması hiç de zor olmayacak. Yine de dedesini, babasını ve amcasını aratmayacak biçimde Hevseli sahiplenmekte ve korumaktadır.
Tarihi kimliği ve doğal haliyle olmasa da bu aile başta olmak üzere diğerlerinin Hewsel cennetine verdikleri emeği sadece tarih değil, insanlık da unutmayacaktır. Çünkü Hewsel insanlığa bir mirastır.
(Not: Daha çok bilgi edinmek için Mevlit H. Mustafa, H. Aziz Babatlı ve Şehmus Diken gibi Diyarbakır’ı benden çok daha iyi bilen kişilere müracaat etmelerini öneririm.)
--
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR