Devlet, farklı biçimlerde ortaya çıksa da tarihsel bir gerçekliktir ve öncelikle egemenlerin ve sermaye sahiplerinin çıkarını koruyan bir organizasyondur. Siyasal, sosyal, güvenlik gibi zorunlu ihtiyaçların gerekçe yapılması, devletin egemen sınıflıların bir dayatması olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Mısırlılar, Yunanlılar, Makedonlar, Romalılar, İspanyollar, Prusyalılar, İngilizler, Araplar, Selçuklular, Osmanlılar, Çinliler, Japonlar, Müslüman-Gayur-i Müslim birçok unsur kurdukları devlet ile genişleyerek, başka topraklarda hâkimiyet kurarak krallıklar, imparatorluklar oluşturdular ve meşruiyetlerini güçten aldılar. Bu gücü din ve inançlarla da kutsayarak tebaanın itaatini “kulluk” üzerinden tanrılara dayandırarak zorunlu hale getirdiler.
Dönemine göre farklılık gösterse de Müslümanların devlet anlayışı, söz konusu “kutsallık” ve “itaat” üzerinden günümüze kadar devam etmektedir.
Kendilerinden olmayanların iktidarını zulüm ve ülkeyi de” dar’ul-harp” gören Müslüman çoğunluk, aynı ülkeyi kendilerinden olanların yönetiminde “dar’ul-İslam” ve yöneticilerini de “zalim ve fasık” da olsa “itaat” edilmesini vacip/gerekli görürler!
Oysa her devlet, öncelikle kendi kurucu varlığını korumayı amaç edinir. Kurucu varlık da egemen güç olduğuna göre devletin öncelikli amacı egemenlerin çıkarlarını korumaktır. “Devletçilik” ile kutsanmış anlayışın arka planında da bu gerçeklik yatmaktadır.
Çünkü devletçilik, “otoriter ve totaliter bir ideoloji” olarak egemen iradenin, yönetici ve zengin sınıfın ideolojisidir. Halk kesimleri ise bu ideolojiye hizmet için ancak vardır.
İktidar olmak, yönetmek iddiası gücü elinde bulundurmayı gerektirir. “güç” olgusunu içermeyen bir iktidar söz konusu değildir. Esas itibariyle iktidar olmak, “toplumu, insanları yönetme gücünü, bir davranışı yönlendirme kabiliyetini elinde bulundurma imkânına sahip olmak” demektir.
Bu durumda sistem, parti, dini-la dini ideoloji veya kişi olsun iktidar olduğunda öncelikle kendi varlığını korumayı amaç edineceği açıktır. Rejimin korunması da bu amaçlar arasında yer almaktadır.
Kutsanmış devlet, başka bir ifade ile devletçilik, “Tebaa” ve “kral/padişaha kul” olmanın modern versiyonudur..! Böyle bir devlette “vatandaşlık” kimliği ile tanımlansa da insanlar, tanrısal kutsiyet arz eden devletin modern köleleri ve kullarından başka bir değer ifade etmezler.
“Allah şirk, devlet şerik kabul etmez” söylemi, devlete yüklenen “Tanrısal” anlamı ifade etmektedir. Bu durumda devlet kutsaldır ve kendisine sadakat ile bağlanmak ibadettir! Aynı anlayış, devleti temsil eden başkan, ordu komutanları gibi devlet gücünü doğrudan kullanan üst yöneticiler için de geçerlidir.
Türkiye örneğinde olduğu gibi “itaat zorunluğu” sadece sıradan vatandaşları değil, örgütlü siyasi kurumları ve partileri de kapsam alanına dâhil etmiştir. Bu anlayışa göre cumhurbaşkanı/yürütme gücü, yasama ve yargı dâhil bütün otoritelerin üzerindedir.
Bu anlayışın gereği olarak cumhurbaşkanı sıfatıyla kazanılan otorite, devletle özdeşleşerek, bütün otoritelerin üzerinde bir güç olarak kabul görmektedir. Bu yönüyle “devletçi” anlayışın gereği olarak artık Tanrının yeryüzündeki otoritesini kullanma yetkisini de kazanmaktadır.
Genel olarak Müslümanlarda siyasal ideoloji, “yukarda Tanrı, aşağıda devlet/siyasi otorite” anlayışıyla şekillenmiştir. Tanrıyı göklerin, halifeyi/devleti de yeryüzünün hükümranı olarak görmektedirler. Ülkemizde bu geleneğin siyasal temsilcilerinin, Sezai Karakoç’un şiirinden sık sık okudukları şu mısralar da bu çağrışımı açıkça yapmaktadır:
“Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır”
--
Modern devlet ideolojisi olarak ortaya çıkan ulusçu, milliyetçi, dinci, sosyalist gibi ideolojilerin tamamında “devletçilik” esastır. Bu bağlamda muhafazakâr ve mukaddesatçı olmak, lider ve devleti de içine alan kutsal bir anlayışa sahip olmak demektir. Bu durumda Tanrı ile eşdeğer sayıldığı için devletin sorgulanması, karşı çıkılması suç ve günah sayılmaktadır.
Ulusçuluk, milliyetçilik, dincilik gibi ideolojilerin farklı söylem ve iddialarla ortaya çıkması, mensuplarının birbirleriyle çatışma veya savaş içinde olmaları “devlet” konusundaki anlayış farkından değil, egemenlik iddialarındandır. Hepsi de iddialarını “kutsanmış liderler” ve “kutsal devlet” üzerinden yürütmektedirler.
Kanaatime göre dini veya la-dini devletçi ideolojilerin tamamı, açıkça ifade edilmese de devleti; “Tanrının yeryüzündeki kudreti” olarak yüceltmektedirler.
Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu olarak; “devleti o kadar yücelttiler, o kadar kutsadılar ki artık onu sadece Tanrı yönetebilirdi. Ama Tanrı’nın yeryüzüne inmek gibi bir niyeti yoktu. Böylece devlet tanrılığını ilan etti.”
“Kutsal devlet” veya “devletçilik” anlayışı kadar hak ve hürriyetlerin, eşitlik ve adaletin önündeki en büyük engellerden biri egemen sınıf ideolojisinin halk tarafından kabullenmesi ve içselleştirilmesidir. Hukuksuzluğa, haksızlığa, adaletsizliğe, yoksulluk ve yoksunluğa rağmen devlete itaat etmeyi ve boyun eğmeyi sağlayan bu anlayış ve inançtır.
Batı’da tarihsel ve modern devlet ideolojisinin aşınması, halkın daha çok özgürlük ve hak taleplerinin örgütlü olarak ortaya çıkmasıyla başlar. Demokratik devlet ihtiyacı da bu talepler sonucu doğmuştur. Böylece egemenler, yetkilerinin bir bölümünü halkla paylaşarak uzlaşmayı sağlamaya çalışmışlardır.
Demokratik devlet modeli, mükemmel bir siyasal sistem ortaya koymuş olmasa da, diğer devlet modellerinden farklı olarak halkın iradesini yönetime aksettirmek ve özgürlüklerin yolunu açmak bakımından çok önemli gelişmeler kaydetmiştir.
Devletin; Kral-Padişah-Sultan-Başkan-Cumhurbaşkanı veya egemenler yerine “kamu yararına iş gören bir kurum” olması, demokrasi ile öğrenilmiş gelişmelerdir. Devleti toplumdan koruyan değil, toplumu devletten koruyan, devlete karşı toplumun haklarını savunan ve devlete de istikamet veren siyasi anlayışı demokrasi ile kazanılmıştır.
Bizim ve Müslüman coğrafyasının da çağın ruhuna ve insanlığın beklentilerine cevap verecek akıl-bilgi-adalet-hürriyet-hukuk temelinde yeni bir siyaset ve devlet tasavvuruna ihtiyacı vardır. Bunun da yöntemi; eşit, çoğulcu, demokratik hukuk devletidir.
Demokrasilerde en üst mahkeme veya bizdeki gibi Anayasa; demokratik ilkelere ve hukukun üstünlüğüne dayalı, devleti ve iktidar gücünü hukuk ile sınırlandırarak bu gücü toplumun bütün kesimlerine ve bireylere eşit şekilde dağıtmayı amaç edinmektedir.
Buna göre hiç kimsenin, kurum veya devletin kutsallığı, dokunulmazlığı, sorumsuzluğu ve tanrısal özelliği yoktur. Bu durumda, dini ve milli gömlek giydirilerek kutsanmış devlet ve liderlerin demokrasi ve hukuk iddiaları gerçekçi olabilir mi?
Bu gerçekleri “vatan-bayrak-din-devlet-millet-ümmet” gibi hamasi söylemlerle örtmek ancak geri toplumlarda egemenlerin ve politikacıların başvurduğu hile ve istismardan başka bir şey değildir!
Kutsanmış liderlerden ve “devletçilik” şirkinden kurtulmak, beka, bölünme, dağılma kaygılarını yok etmek için çoğulcu bir demokrasi ve hukukun üstünlüğüne dayalı ‘medeni bir devlet’ ortak paydasında yeni ve ortak bir aidiyet duygusu geliştirmek zorundayız..!
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR