Öz bir anlatımla ifade edebiliriz ki devlet; anayasal düzenle birlikte tanımlanan bir örgütlenme modelidir. Yönetim sistemi ve yönetim ilkleri anayasa ile belirlenir ve buna göre yönetilir. Bu ilkeler devlet yaşamının hukuksal çerçevesini oluşturur.
Siyasal İktidar ise; güç, erk, yetki gibi anlamları olsa da, siyasi literatürde devleti yönetmek, devlet gücünü kullanma yetkisine sahip olmak şeklinde tanımlanabilir. İktidarı devletle özdeşleştirerek, “devleti kuran ve yaşatan güç” olarak da tanımlayanlar da vardır.
Devlet ve iktidar ayırımı yapılmayan Türkiye Cumhuriyeti gibi devletlerde, iktidar uygulamaları doğrudan devletle özdeşleşmektedir. Kuşkusuz bu durum, iktidarı yıpratmakla kalmaz, doğrudan devleti de yıpratmakta ve itibarsızlaştırmaktadır. Oysa özünde devlet ve iktidar ayrı olgulardır.
Demokrasilerde devlet, hem yönetenler hem de yönetilenler açısından ortak organizasyona dayanmak durumundadır. Bir tek kişinin yönettiği veya bir tek kişinin haksız olarak dışlandığı veya haklarının yok sayıldığı bir devletin meşruiyeti tartışılır hale gelir.
Buna göre devlet otoritesi, iktidar veya hükümetin değil, kamusal gücün temsilcisidir. İktidar/hükümet, devletin sahibi değil, yöneticisidir. Demokrasilerde yönetimi değil, yöneticileri belirleyen halktır. Devlet, yöneticilerin elinde bir GÜÇ değil EMANETTİR!
Bir devlet, bütün kurumları, vatandaşları ve uluslararası anlaşmalarıyla iktidara emanettir. Bu emaneti layıkıyla korumak, adaletle yönetmek iktidarların, yöneticilerin sorumluluğudur. Devlet, bir bakıma siyasal iktidarın namus ve şerefine emanet edilmektedir.
Devlet veya devlet otoritesini temsil iddiasında olanların yüceltilmesi, kutsanması, devletin/otoritenin “Tanrının yeryüzündeki gücü” olarak kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Müslümanlar arasında Sultan’a “Allah’ın gölgesi” (zillullah) denilmesi de bu anlayışın sonucudur. Tarih boyunca devleti yüceltenler, daha çok devlete hâkim olanlar veya devlete egemen olmak isteyenlerdir. Ne yazık ki en çok devleti kendi çıkarlarına kullananlar da bunlardır.
Bugün de “sultan/halife” yerine devlet ve millet kutsanmaktadır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinden “millet ne derse o olur” gibi demokrasi adına millet/halk fetişizmini geliştirmek, bir devleti geriye götürmenin en önemli yöntemlerinden biridir. Oysa demokrasi, yönetimde ortaklık demektir. Milet veya halk adına egemenlik oluşturmak veya otorite kurmak değildir. Bu nedenle devlet ve iktidar ayırımını hayati bir mesele olarak değerlendiriyorum ve bunun için de sivil-demokratik siyaseti Türkiye için bir zorunluluk görüyorum.
Demokratik siyaset; toplumu aldatarak devleti ele geçirmek, kurumlarda kadrolaşmak, güç ve servet devşirmek, ayrıcalık ve imtiyaz elde etmek için yapılmaz. Devleti; rakiplerine göre daha iyi, daha verimli ve daha adil yönetmek için yapılır.
Türkiye’de devlet ve millet adına geliştirilen siyasal düzen, bir iktidar gücünü çoktan aşmış, sadece devlete ait olması gereken egemenliğin başkalarıyla paylaşılmasına kadar uzanmıştır. Bu paylaşımın, “tek adam rejimi” ile daha kolay gerçekleşmesi planlanmış olamaz mı, diye düşünmekten de kendimi alamıyorum?
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin devlete işlerlik kazandıracağı, özellikle ekonomik gelişmeyi hızlandıracağı iddiası tamamıyla çökmüş, tersine devlet kurumları işlemez hale gelmiş, ekonomik büyümede de önemli bir gerileme olmuştur.
Bu dutumda, endişe ve kaygılarımızda haksız sayılabilir miyiz? Mutlak otorite ve keyfilik sadece sistemi yok etmez, devleti de yok edebileceğini düşünmek gerekmez mi? Zira sistemi yeniden inşa etmek mümkündür ancak devleti yeniden kurmak mümkün olmayabilir! Demem odur ki, devlet, tek adam rejimine feda edilemez, edilmemelidir..!
Albert Einstein’in tespitini hatırlatmak istiyorum:
“Zorba bir yönetim aldatmaya dayanır, terörle sürdürülür ve sonunda mutlaka kendi içinde ürettiği zehir dolayısıyla telef olur gider.”
Benim görebildiğimi kadarıyla İKTİDAR, devlet ve siyaset aklından tamamıyla uzaklaşmış bir görüntü vermektedir. İktidar; bileşenleriyle, müttefikleriyle ele geçirdiği devletin, insan onurunu aşağılayan soğuk, zorba/jakoben yüzünü temsil etmektedir. Böylece devlet, ceberut bir görüntü vererek saygınlığını, inandırıcılığını, güvenirliliğini, daha önemlisi devlet olma özelliklerini hızla kaybetmektedir.
Bu durumda devlet ve siyaset aklını ve bu akıl ile hareket edecek yeni bir siyaset anlayışı ÇÖZÜM olarak önerilebilir. Devlet ve toplumu Totaliter ve jakoben kuşatmadan kurtarıp güvenli limana ulaştırmak için kavga, çatışma ve şiddet araçlarına değil, akıl, bilgi ve adalete ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Siyaset, akıl ve bilgi ile devlet de, ehliyet ve adalet ile ancak güvende olur.!
Çoğulculuk ve hukuk devleti, medeniyetin olmazsa olmaz iki temel direğidir. Bizler de, farklılıklarımız ve haklarımızla medeni bir toplum ve medeni bir devlet olmayı neden başarmayalım? Cehalet atmosferinde ve şiddet sarmalında boğulmak zorunda mıyız?
Yapmamız gereken; yeni bir siyaset ile çoğulcu demokrasi, hukukun üstünlüğü ve zamanın ruhuna uygun bir ANAYASA’da uzlaşarak Türkiye’nin önünü açmaktır. Böyle bir anayasa ile devlet, ‘herkesin ve her kesimin devleti’ olarak kabul ve saygınlık kazanacağına olan inancım tamdır. Hepimizin ülkesi olan Türkiye, neden böyle bir devlet olmasın?
Bu nedenle iktidar ve sistem değişimi için ihtiyacımız olanın; ‘demokraside ittifak hareketi’ olduğu kanaatindeyim. Devletin hukuka, siyasetin de akla ihtiyaç duyduğu böyle zor bir dönemde duyarsız ve bigane kalamayız. Mevcut siyasi atmosferde artık nefes alamıyoruz, temiz hava alacak bir pencere açılmazsa hepimiz birlikte boğulabiliriz. Bu pencere Yeni bir Siyaset, temiz havası ise demokrasi ve hukuktur.
Unutmayalım ki devletin dini hukuk, aklı siyasettir..!
YORUMLAR