Ülkemizde, demokratik siyasetin yolu 1946’da sınırlı, kontrollü olmak üzere açılmış ancak hep baskı altında tutulmuştur. Buna rağmen bu dönemi önemsiyorum ve demokratikleşme sürecinin miladı olarak görüyorum.
Ne yazık ki demokratikleşme sürecini siyasal ve toplumsal olarak diri tutamadığımız için demokrasi istikametinden erken dönemde savrulduk. Şüphesiz demokrasi bilincinin, sivil düşünce ve kültürün ve dahi demokratik siyasetin gelenekselleşmesi ve kurumsallaşması için bir devamlılık gerekir. Bunun öncüleri de darbeciler yerine hiç tartışmasız siyasi partiler ve siyasetçiler olmalıydı.
Siyasi partiler, demokrasi yerine İsmet İnönü ve Adnan Menderes gibi dönemin siyasi aktörlerine bağlılık üzerinden bir siyasi gelenek oluşturdular. Daha sonra da, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi karizmatik liderler gölgesinde devam edildi.
Bu geleneğin temsilcileri olarak CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) ve AP (Adalet Partisi), politika inşasında kin, öfke, düşmanlık, hatta intikam duyguları barındırdığı için uzlaşma ve diyalog yerine iktidar mücadelesini gerilim, kutuplaşma ve çatışma temelinde sürdürdüler. İki taraf da siyaseti, “Yassıada” sürecine kilitlemişlerdi. Yaşanan trajediden siyaset üretmek kolaydı ancak demokrasi imkânsız hale gelmişti. Böyle bir rekabet içinde demokratikleşme çabaları da hep sonuçsuz kalmıştır.
İki ana akım arasındaki rekabeti, “demokrasi mücadelesi” olarak tanımlayanlar olsa da, kişisel olarak uzlaşma ve diyaloğun olmadığı hiçbir siyasi rekabeti “demokrasi” mücadelesi olarak tanımlamadığımı belirtmeliyim. Bugünkü siyasi partiler için de aynı durum geçerlidir. Seçmen ve oy mülahazasıyla da olsa diyalog ve uzlaşmaktan çekinen parti ve liderlerin demokrasi inşa etmeleri düşünülemez.!
Türkiye’nin demokrasi serüveninde siyasal sistem ve siyasi partiler demokratikleşemeyince, üniversiteler başta olmak üzere resmi-yarı resmi ve sivil yapılanmaların tamamı dolaylı veya dolaysız resmi ideolojinin yönlendirilmesine mahkûm oldu. Kontrolden çıkma ihtimalleri dahi düşünüldüğünde, doğrudan askeri müdahale ve muhtıralara muhatap olmuşlardır.
Esas itibariyle Türkiye’nin demokrasi iddiası ve mücadelesi çok karmaşık, karışık ve kuşku vericidir. Sadece Ordu’nun değil, üniversitelerin, sendikaların, siyasi partilerin ve karizmatik liderlerin demokrasiye ilişkin samimiyetlerine inanmak oldukça zordur.
Bu kesimlerin darbecilerle işbirliği veya en azından darbelere karşı pasif duruşları, askeri müdahaleleri sıradanlaştırmış ve vesayete devamlılık kazandırmıştır. Vesayet ile sadece siyasal sistem ve bürokrasi değil, siyasi partiler de kontrol altında tutulmuş ve siyasetin demokratik bir gelenek oluşturması engellenmiştir.
Demokrasi iddiasıyla kurulduğu halde demokratik siyaseti temel alan tek bir parti örneği yoktur. Demokrasi iddiasıyla yola çıkıp bir şekilde iktidar olmuş partilerin totaliter, otoriter ve oligarşik bir yapıya nasıl dönüştüğünün somut örneği AK Parti’dir.
Değişim iddiasıyla gelen AK Parti’nin nasıl değiştiği, sadece hukuksuzluk, adaletsizlik, yolsuzluk, yağma ve talan ile değil, statükocu ve düzenbaz vesayetin aracı olarak nasıl kirlendiği görülmüyor mu? Başka bir örneğe gerek bırakmayacak ve kuşkuya mahal vermeyecek kadar açık değil midir?
Vesayet ve müdahaleler dışında, doğrudan siyasetçilerden kaynaklı nedenler de vardır. Bunların başında, demokrasiyi içselleştirmemiş siyasetçilerin sahte demokrasi iddialarıdır. Bu nedenle hiçbir parti, demokrasinin kurumsal bir unsuru olamamıştır.
Oysa kurumsal, sosyal ve siyasal alanların tümünde, içselleştirilmiş bir demokrasi kültürü ile ancak demokrasi gelenekselleşir ve kurumsallaşır. Ülkemizde bunu gerçekleştirmiş tek bir lider ve tek bir parti dahi yoktur.
Demokrasiyi inşa etmek için demokratik siyasete, diyalog, uzlaşma ve demokratik bilince ihtiyacımız vardır. Kuşkusuz toplumsal bilinç ve demokratik refleksler de demokratik siyaset ile gelişir ve güçlenir. Bu bilinçsizlik ve kültür yoksunluğu nedeniyledir ki, iktidarı ve bireysel çıkarlarımızı hukuka, insan hak ve hürriyetlerine, insanlık onur-haysiyet ve şerefine çok kolayca feda edebiliyoruz. Sırf bu nedenle, geçmişte olduğu gibi bugün de, vesayete ve statükoya boyun eğmeğe devam ediyoruz.
Türkiye’nin demokrasi mücadelesini 1946 süreci birlikte değerlendirmek ve bu süreçle bağlantısını yeniden kurmak gerekir, diye düşünüyorum. Sağ-Sol ayırımı yapmadan bu süreçte demokrasiye ve demokratik siyasete katkı vermiş bütün kesimleri önemsemek, saygı duymak durumundayız.
Bu süreci ve verilen demokrasi mücadelesini yok sayarak bir demokrasi kültürü oluşturmak mümkün değildir. Bu süreci önemsememin nedeni; geçmişte kalmış partilere yeniden hayat vermek değildir ancak demokratik siyaseti bu kökler üzerinden sürdürmenin gerekliliğine dikkat çekmek istiyorum. Çünkü demokrasiyi yeşertecek olan fidan ancak o köklerde filizlenebilir.!
Bugün için demokratik siyasetten söz etmek anlamlı olmayacağı için öncelikle ceberut yönetime ve hukuksuzluğa karşı muhalefet zemininde bir araya gelmenin zorunlu olduğu açıktır. Sanal kahvaltıları aşıp kol kola yürümek zamanıdır!
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR