Müslümanların kendi içinde kavga ve çatışmalara harcadığı enerji ve kaybedilen zamanın tanımını ve tarifini yapmam mümkün değildir.
Egemenlik ve iktidar savaşlarında, mezhep ayrışmalarında ve etnik çatışmalarda harcanan zamanın, insan kayıplarının, tahribat ve yağmanın sınırı yoktur. Bu kavgalardan hiçbirisinin nedeni ‘hukuku tesis etmek’ ve ‘adalet düzeni kurmak’ değildir.
Emevîler, Abbasiler, Fatımiler, Osmanlılar ve günümüz ulus devletlerinde kavgaların nedeni kimin hâkim ve egemen olacağıdır. Din hepsi için sadece bir siyasal araç olmuştur.
Tarih boyunca Şii ve Sünni ayrışması hiçbir dönemde adalet ve zulüm üzerinden gerçekleşmemiştir, hep mezhep farklılığı ve egemenlik nedeniyle sorun olmuştur.
Zalim Sünni adil Şii’ye veya zalim Şii adil Sünni’ye tercih edilmiştir. Günümüzde cemaatlerin, siyasi partilerin, örgüt ve grupların yaklaşımlarında da aynı anlayış geçerlidir. Kendisinden olan zalimi, diğerinden olan adil birisine çok kolayca tercih ederler.
Yüzlerce yıldır din hakimiyeti ve fetihler için verilen mücadelelerin, sarf edilen enerjinin ve kaybedilen kaynakların binde biri hukuk ve adalet düzeni için harcansaydı, sadece Müslümanlar için değil, insanlık için nasıl bir kazanç olduğunu siz tasavvur edin.
Müslümanlar (Tarikatlar, cemaatler, partiler, gruplar, kurum ve kuruluşlar), milliyet, mezhep ve din mücadelesi yerine hak-hukuk-adalet mücadelesi vermiş olsalardı, coğrafyamız bugün çok daha farklı olacaktı. En azında Müslümanlar bu durumda olmazlardı.
Bugün coğrafyamızda adalet yoksa bunun en başta sorumluları Şia ve Ehl-i Sünnet uleması, cemaatler, tarikatlar ve bunların siyasal unsurları partiler ve gruplardır.
Adalet ve ahlak yoksunu siyasal aktörler, sırf “namaz kılıyor-camiye gidiyor-dini gruplara maddi çıkar sağlıyor” diye “dini bir gereklilik” olarak desteklenmektedir.
Bu durum, sadece günümüz Müslümanlarının sorunu değildir.
Tarih boyunca din adamları, dini cemaatler, siyasi gruplar -istisnalar dışında-hep zulüm düzenlerini savunmuş ve farklı gerekçelerle, fetva ve referanslarla desteklemeyi meşrulaştırmışlardır.
Müslüman coğrafyasının herhangi bir ülkesinde siyasal ve sivil grupların, dini cemaatlerin ve siyasi partilerin çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü, hukukun üstünlüğüne dayanan adalet düzeni için bir mutabakat sağladıkları veya ittifak ettiklerini bilen var mı?
Ne yazık ki dini veya seküler, milli veya yerel ittifakların tamamı adı konmamış zulüm düzeni temelinde gerçekleşmektedir.
Hukuk yerine kişilerin ve devletin kutsandığı bir coğrafyada adalet ve barıştan söz edilebilir mi?
Oysa Adalet, İslam’da bir İman ilkesidir. Adaleti tesis edecek olan da hukuktur. Hukuk tanımayanlar, hukuk düzenini önemsemeyenler adalete iman etmiş olamazlar.
Bir Müslüman olarak itiraf etmeliyim ki, tarih boyunca devam eden yönetim geleneğimiz adalet değil, adalet ambalajlı zulüm düzeni olmuştur.
Unutmayalım;
Adaleti ihmal edenin vicdanı kirlenir. Adaletten yüz çevirenin vicdanı ölür.
İnsan; vicdanıyla insandır.
Adaleti olmayanın ahlakı da yoktur.
Üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü gerçekleşmedikçe, Müslümanların adalet ve ahlak iddiası inandırıcı olmayacaktır.
Hak ve özgürlüklerin, farklılıkların, çoğulculuğun teminatı da ahlak ve hukuktur.
Coğrafyamızda bunları ilke edinen bir devlet, bir cemaat veya bir siyasi parti bilmiyorum.
Hangi cemaat veya siyasi partide ahlak ve adalet düzeni için bir “hukuk sistemi” arayışına rastlanmaktadır?
Peki bu durumdan hepimiz sorumlu değil miyiz?
Kuşkusuz aydınlar, entelektüeller, siyasetçiler ve toplum olarak da hepimiz sorumlu ve suçluyuz.
Toplumbilimci, hukukçu, siyasetçi Maurice Duverger’in şu sözüne katılmamak mümkün mü?
“Adaletin bulunmadığı yerde herkes suçludur.”
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR