Toplum olarak yaşayan değerlerimize gerekli önemi vermediğimiz, bilgi ve deneyimlerinden gereği kadar yararlanmadığımız ancak kaybettikten sonra kafamızı duvara vurarak “ah!-vah!” yaparak hayıflandığımız bizim toplumsal bir gerçeğimizdir. Daha vahim ve ibretlik olanı ise, kiminin ölüsünden, kiminin mezar taşından, kiminin türbesinden yardım ve destek bekler, bu umutla dünya ve ahiretimizi imar etmeye çalışırız..! Bu nedenle dünyamız da, muhtemelen ahiretimiz de imar yerine hep harap olmaya devam edecektir.!
Ne yazık ki aydınlarımızın, ilim adamlarımızın, bilim, siyaset ve devlet adamlarımızın bilgi birikimi ve tecrübelerinden yararlanmak yerine, kendilerini tüketmeyi, itibarsızlaştırmayı kendi varlığımız için gerekli görmek gibi bir yanlışlığın, kara bir cehaletin içine düşüyoruz. Yaşayan bilgi ve bilginlerden uzak duran bir toplumun bilgi ve erdem toplumu olması mümkün mü? Ölüden, mezardan, taştan, tahtadan medet uman bir toplumun medeni bir yaşam imkânı olabilir mi? Bilgiye, bilgine düşmanlık yapmayı gelenekleştirmiş bir toplumun cehalet ve karanlıktan kurtulması mümkün müdür?
İlim, irfan, hikmet ehlini bir tarafa bırakalım, çok sayıda bilgi ve deneyim sahibi devlet ve siyaset adamımız olmasına rağmen yaşadığımız bu kaos ve karanlığın nedenlerini ve çıkış yollarını onlarla müzakere etmek gerekmez mi? Kendilerinden yararlanmak yerine olup-bitenlerin, başarısızlıkların sebebi olarak onları göstermek ve onlara öfke duymak doğru ve ahlaki midir?
Devlet ve siyaset adamı olarak bilgi ve deneyimlerine başvurulması yerine, kendi kusur ve başarısızlıklarını örtmek için hedef alınan isimlerden birisi 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah GÜL’dür. AK Parti cephesinin Sayın Gül’e duyduğu öfkeyi ve kendisini zaman zaman hedef göstermesini anlamakta hep zorluk çektim. Bu duygularımı yazıya dökerek sizleri de hislerime ortak yapmaya karar verdim.
Şunu da ifade etmeliyim ki amacım, Sayın GÜL’ü savunmak değildir. Kendisinin de buna ihtiyacının olmadığından eminim. Ayrıca Erdoğan ve GÜL ikilisi yol arkadaşlarıdır, beraber yürüdüler aynı yollarda, beraber ıslandılar yağan yağmurlarda, birlikte siyaset yaptılar, ülkeyi birlikte yönettiler, halef ve selef oldular.
İkisiyle de yol arkadaşlığım olmadı. Benim yaklaşımım, gözlemlediklerim ve vicdanıma dayanır. Benim ki, bir hakkın sahibine tesliminden ibarettir. AK Parti kurulurken ben de 21.dönem Diyarbakır milletvekili olarak (ANAP) TBMM üyesi idim ve gelişmeleri yakından izleyenlerden birisiydim. Yazdıklarımın bu bağlamda değerlendirileceğini ümit ediyorum.
Öncelikle Abdullah GÜL’ün Fazilet Partisi’nde, “ulu’lemir!” olarak itaat edilen merhum Erbakan Hoca’ya karşı başlatılan yenilikçi hareketin lideri olduğunu hatırlayalım. “Milli Görüş anlayışı ile Türkiye’nin tamamını kucaklamanın mümkün olmadığı, eski kadronun yenilenmesi gerektiğini” hocanın yüzüne söyleyen grubun içinde Gül vardı, Erdoğan yoktu!
Erbakan hocaya rağmen genel başkan adaylığını ilan edip arkadaşlarıyla birlikte tek tek illeri dolaşarak kongrelere katılan, kimisinde yuhalanan, kimisinde oturacak yer dahi bulmakta zorlanan GÜL’dü, Erdoğan değildi ve Sayın Erdoğan hiç bir kongreye de katılmadı/katılamadı!
En önemlisi Erbakan hocanın adayı olarak ortaya çıkan “Milli görüşçülerin Ağabeyi” Recai Kutan’a karşı büyük kongrede ağır ithamlara maruz kalan GÜL’ün yanında Erdoğan yoktu, gelmemişti/gelememişti!
Fazilet Partisi gurubu içinde ayrışma yaşanırken, yenilikçiler, yani GÜL ve arkadaşları Meclis kürsüsünden “ihanetle, işbirlikçilikle” itham edilirken, ağır hakaretlere uğrarken Erdoğan yoktu..!
Fazilet Partisi üyeleri, MGV ve Milli Görüş fanatiklerinin sözlü saldırılarına muhatap olan, korkmadan, yılmadan cesaretle göğüs geren GÜL ve arkadaşlarıydı, Erdoğan ve bugün etrafını saranlar değildi..!
Bütün bunlara rağmen Erbakan Hoca’ya karşı çıkış cesareti, yenilikçi hareketin mimarlığı GüL’e değil de Erdoğan’a yazılmasını anlamakta zorlanmam sizce makul değil mi?
Gözlemleyebildiğim kadarıyla bu süreçte Sayın GÜL’ü AK Parti Genel Başkanlığına, Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına taşıyan Erdoğan değil, aksine Sayın Erdoğan’ı AK Parti Genel Başkanlığına, Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına taşıyan isimlerin en başında Abdullah GÜL gelmektedir. Peki, bu öfke neden? Yoksa ABD’nin, Irak’ı işgal etmesini kolaylaştırmak için Genel Kurul’da oylanan 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi mi bu öfkenin nedeni? Bu yönde iddiaların olduğu bilinmektedir.!
Red oyu veren milletvekillerinin neredeyse tamamının ilk seçimde tasfiye edildiğini belirtmeliyim. Bu tasfiyeler karşısında Sayın Gül’ün de tepkisiz ve sessiz kaldığını vurgulamadan geçmek istemiyorum.! Bütün tahriklere rağmen kavga siyasetinden uzak durması örnek bir davranış ve Türkiye siyaseti için büyük bir kazanım olduğuna inanıyorum ancak sorumlu bir makamda bu kadar nezaket de fazla olsa gerek!
Yine biliyoruz ki Sayın Gül, Erdoğan’ın talebi veya rızasıyla değil, ortaya koyduğu kararlı tutumuyla ve arkadaşlarının desteği ile ancak cumhurbaşkanlığına aday olabilmiştir. Sayın Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı için ılımlı adaylar önerirken Sayın Gül, Erdoğan’a rağmen aday olmuş, baskı ve tehditlere aldırış etmemiştir. Bu durumda Sayın GÜL nasıl olur da korkaklıkla itham edilebilir?
Ne hikmetse tamamıyla popülist bir politika gereği söylenmiş “kardeşim Abdullah!” ifadesi hafızalara kaydettirilmiştir. Peki, sırtından hançerlenen kimdir, Erdoğan mı, GÜL mü?
Herkes gibi Abdullah Gül de dokunulmaz eleştirilmez la-yüs’el değildir. Geçmişin siyasi hatalarından tövbe ederek kimse icraatlarından arınamaz. Erdoğan ile ilişkilerinde, özellikle de cumhurbaşkanlığı döneminde pasif, edilgen, çekingen bir görüntü vermesi hafızalardan silinmeyecek kadar canlı duruyor.!
Kanaatime göre, Sayın GÜL, nezaketi ve devlet adamlığı gereği olup-bitenler karşısında suskun kalarak hakkında böyle bir algının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu algının oluşmasında yol arkadaşlarının ve dostlarının da payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu algıyı değiştirecek bir söylem ve açıklamalarını bilmiyorum. Bunca dostuna ne oldu, nerede bu yol arkadaşları, bilen var mı?
Birçok konuda Sayın Gül ve dostlarının eleştiriyi hak ettiklerini düşünüyorum. Dostları için zaman geçti ancak Sayın GÜL’ün zamanı geldiğinde bu konuda kamuoyunu aydınlatması gerektiğini de açıkça ifade etmek istiyorum. Umarım nezaketi, edebi, devlet ve siyaset adamlığı hem eleştiri, hem de özeleştiri yapmasına engel değildir.
Her şeye rağmen bugün sadece Babacan hareketi için değil, iktidar ve muhalefetiyle fikirlerine, deneyimlerine, lider ve hakemliğine ihtiyaç duyulan partiler üstü bir siyaset ve devlet adamı olarak Sayın GÜL, Türkiye ve Müslüman dünyası için bir şanstır. Bu şansı Türkiye ve siyaset dünyası zayi etmemeli diye düşünüyorum.
Muhalif de olsa ülke ve toplum yararına bir siyaset adamının fikir ve deneyimlerine başvurmak, ülkeyi yönetenler için bir sorumluluktur. Siyasi erdem de bunu gerektirir. Ülke ve toplum yararı için değilse, erdemli insanlar neden siyaset yapsın?
Makam, mevki, şöhret, mal, mülk, iktidar kazanmak için yapılan siyasetin topluma ve ülkeye yararı olmaz, aksine zararı olur. Bugün yaşananlar bunun sonucu değil mi? Umarım yeni siyasetin ana aktörleri, erdemli olmayı, istişare ve müzakereyi popülizme, pragmatizme tercih edeceklerdir.
YORUMLAR