12 Eylül 1980 sürecinin, sadece bir darbenin yıl dönümü olarak değerlendirilmesi ve kınamakla geçiştirilmesini doğru bulmuyorum. Çünkü aradan 40 yıl geçmesine rağmen Darbe felsefesinin korunduğu, ilklerinin devlet politikası haline geldiği, iktidarları, kurumları ve siyaseti yönlendiren kurucu bir ideoloji olarak hala büyük bir önem taşımaktadır.
Cuntacıların iddiasına göre 12 Eylül Darbesi’ne, Sol-Sağ kavgaları, kamusal, siyasal ve toplumsal alanda giderek derinleşen ayrışma ve kutuplaşmalar ve üniversitelerde neredeyse her gün meydana gelen öğrenci çatışmaları, kanlı olaylar ve bunlar karşısında hükümetin ve siyasetin yetersiz kalması neden olmuştu!
Kenan Evren de darbenin gerekçesini, "TSK, ... Kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır" gibi trajikomik ifadelerle açıklamıştı.
Gerçekten de darbeye giden süreçte, Çorum ve Maraş olayları başta olmak üzere ürkütücü toplumsal olaylar, günde 20 kişiye varan cinayetler, terör eylemleri, kötü yönetim ve işlevsiz duruma gelen siyaset ve bürokratik kurumlar, cumhurbaşkanının seçilememesi gibi siyasi istikrarsızlık Türkiye’yi bir çıkmaza sürüklüyordu.
Ancak bütün bunlar olurken ülke zaten ordunun yönetimindeydi ve ülkede sıkıyönetim uygulaması vardı. Bu durumda, cuntacıların söz konusu olayları darbe için gerekçe yapması gerçekçi değildir.
Yıllar sonra Cunta lideri Kenan Evren, “12 Eylül’de sıkıyönetim ilan edip, idareye el koyarak terörü önlediklerini ve gelişmelerden siyasilerin sorumlu olduğunu” söylediğinde, Demirel, verdiği cevapla darbenin arka planına dikkat çekmişti:
“12 Eylül öncesinde sıkıyönetim yok muydu? O sıkıyönetimin başındaki Evren değil miydi? Ne yani Kenan Evren o sırada Tapu Kadastro Genel Müdürü müydü?”
Kanaatime göre, darbe gerekçeleri merhum Demirel’in cevabında saklıdır. Darbeyi, sonuçları üzerinden değerlendirdiğimizde iki sorun dikkat çekmektedir. Birincisi; Sovyetlerin dağılmasıyla, özellikle Balkanlar üzerinden gelen demokrasi rüzgârlarını kesmek. İkincisi; “kelebek etkisi” misali dalga dalga yayılan Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük taleplerini bastırmak.
12 Eylül darbesi, hem genel olarak toplumun demokrasi ve hukuk devleti taleplerini, hem de Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini birlikte bastırmıştır. Bununla da yetinilmemiş, her iki talebi de terörize etmek için zemin hazırlamıştır.
12 Eylül darbesinin arka planını aydınlatan en önemli uygulamalardan biri Diyarbakır Askeri Cezaevinde sahneye konulmuştu. Ahlaklı ve vicdan sahibi her insanı dehşete düşüren, örneği ancak İsrail cezaevlerinde Filistinlilere yönelik işkencelerde görülen yöntemlerin, insan görünümlü vahşi yaratıklar eliyle en iğrenç biçimde uygulamaya konulduğu bir zindanın adıdır Diyarbakır Cezaevi…!
Bilinçli, planlı ve sistematik işkencelerin sonuçlarına bakınca, amacın PKK için uygun bir zemin oluşturmak olduğu düşünülebilir. Çünkü cezaevinde uygulanan işkenceler dahi tek başına bir isyan için yeterli gerekçeler oluşturuyordu.
Gençlerin PKK’ye katılımını sağlayan en önemli nedenlerin başında, içerde ve dışarda uygulanan işkenceler, baskılar, aşağılanmalar ve onursuzluk dayatmaları gelmektedir.
Uygulamalar işkenceyle sınırlı sınırlı değildi. 1982 Anayasası ile inkâr ve sistematik asimilasyon da en ağır biçimde uygulamaya konuldu.
Sadece kamusal alanda değil, çarşı-pazar ve sokaklarda, hatta kasaba ve köylerde dahi Kürtçe konuşmak yasaklanmış, Kürtçe müzik dinlemek, Kürtçe kaset bulundurmak, cezaevlerinde, öğrenci yurtlarında aileleriyle ve ziyaretçilerle anadiliyle konuşmak yasak kapsamına alınmıştı. Artık Kürtler yoktu, dolayısıyla Kürtçe de “bilinmeyen bir dil” olarak kayıtlara geçiyordu!
Sünileştirme kapsamında “her Alevi köyüne cami” projesiyle Alevi toplumu asimilasyonun hedefi olurken, Anayasaya eklenen bir madde ile de binlerce yıllık Kürtler artık “Türk” olmuşlardı!
“Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” (Madde 66)
Bir etnisite sıfatı olan ve 12 Eylül darbesinin ruhunu temsil eden Türklüğün, ‘vatandaşlık’ sıfatı olarak herkese dayatılması; Kürtleri ve diğer etnik unsurları yok saymak, dışlamak veya Kürtlere dağları adres göstermek değil de nedir?
Bir etnik kimlik, yurttaş olma ve devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olmak için neden herkesin hukuksal üst kimliği olsun? Bir vatandaşın yurttaşlık hukukunu belirleyen neden bir etnik grubun sıfatı olsun? Bunun makul, bilimsel, hukuki ve ahlaki bir izahı olabilir mi?
Dünyanın hangi bölgesinde ve hangi dönemde inkâr, ayırımcılık, ırkçılık birleştirici bir çatı olabilmiştir? Bugün de geçerli olan bu anlayış, mütekebbir ve mütecebbir değil midir?
“Türk” olma zorunluluğu yetmemiş olacak ki, dağlara, taşlara, şehir girişlerine, resmi kurumlara, ders kitaplarına yazılan ve ilave olarak, İlk Öğretim okullarında her sabah zorunlu olarak yapılan “andımız” töreninde “Ne Mutlu Türküm Diyene” ifadesi, ideolojik ve ırkçı bir söylem olarak bütün öğrenciler tarafından yüksek sesle dile getirilmesi mevzuat kapsamına alınmıştı.
Hem 66. Maddenin gereğini yapmak hem de andımız ile ifade edilen söylemle Türk olanların dışında her vatandaşın yalan beyanda bulunmak gibi bir mecburiyeti oluştu. Asimile olmuş veya yalan beyanı önemsemeyenlerin dışında kalan onurlu insanlar için bunun ne anlama geldiğini hiç düşündük mü? Belki onurlu insanlara şöyle sormak gerekir:
"Siz hiç kimliğinizi saklamak zorunda kaldınız mı?" veya “başka bir kimlik ile kendinizi ifade etmek mecburiyetinde kaldınız mı?”
Söz konusu uygulamaların Kürtlerde, diğer etnik unsurlarda, Alevilerde ve Gayr-i Müslümlerde oluşturduğu travmayı tahmin edebilir misiniz?
Ne yazık ki devletin kılcal damarlarına işleyen ve 12 Eylül darbesinin ruhunu yansıtan bu madde ve onun oluşturduğu ideolojik bilinç hala yürürlükte ve en ceberut biçimiyle uygulanmaktadır.
12 Eylül ruhu, planlı ve sistemli olarak farklı biçimlerde devam ediyor! 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2015 post modern darbelerin 12 Eylül 1980 darbesinin ruhuna uygun yapılmadığını nasıl düşünebiliriz?
Peki, bugün durum çok mu farklı? Askeri öğrenciler, öğretmenler, memur ve işçiler, Ev hanımları dahi “darbeye teşebbüs!” suçu ile mahkûm edilmemişler midir? Bunun nasıl mümkün olabileceğini sorgulayan bir siyaset ve siyasetçi var mıdır?
Yüzlerce gazeteci, yazar, aydın, siyasetçi, akademisyen, hak aktivisti sadece fikirlerini ifade ettikleri ve siyasi iktidarı eleştirdikleri için cezalandırılıyorlar. 21. Yüz yılda Türkiye cezaevlerinin "Dünyanın En Büyük Gazeteci Hapishanesi" olarak tanımlanması bir utanç değil midir?
1980 darbe sürecinde, Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldığı dönemde ağır işkencelere maruz kalmış ve henüz 17 yaşındayken, yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’i unutmak ve unutturmak mümkün müdür? 40 yıl sonra uygulananlar yine benzer bir adaletsizlik-hukuksuzluk değil midir?
Bugün itibariyle yargıya güven söz konusu mudur? Adil yargılanmak için ölüm oruçları eylemleri yapılmakta, yine adil yargılanmadıkları için insanlar intihar etmektedir. Binlerce kamu çalışanı takipsizlik veya beraat kararına rağmen keyfi kararla işlerine iade edilmemektedir. Hukuksuz KHK uygulamaların bedelini yine masum insanlar ödemektedir.
Peki, Kürtler için değişen nedir? 66. Madde ’ye rağmen, “asimilasyon bitmiştir”, “artık Kürt sorunu diye bir sorunumuz yoktur”, “Kürt sorununu çözdük” gibi hamasi politikalara ve onlara inananlara, bu maddeye bakmalarını ve empati yapmalarını öneririm.
12 Eylül sürecinde olduğu gibi bugün de benzer yasaklar, tutuklamalar, işkenceler, ayırımcı ve ırkçı uygulamalar devam etmektedir. Kürt siyasetçilerin seçilme hakları bugün de gasp edilmekte, hukuksuz ve haksız yere cezaevlerinde tutulmaktadırlar.
Kürtler, okudukları üniversitelerde, çalıştıkları kurumlarda, ikamet ettikleri ev ve mahallelerde, ulaşım ve seyahatlerde güvende değillerdir. Kürt iş adamları, aydınları, siyasetçi, yazar ve gazetecileri üzerinde sürekli bir baskı, korku ve tehdit algısı oluşturulmaktadır.
İlave olarak fındık toplamak, tarım ve inşaatlarda çalışmak üzere batı bölgelerine gelen Kürt emekçileri siyaset ve yerel yönetimlerin kışkırtmaları ve desteğinde saldırılara uğramakta, kadın-çocuk-yaşlı demeden linç edilme, hatta öldürülme olayları yaşanmaktadır.
Ne yazık ki toplum olarak kötü bir hafızaya sahip olduğumuz gibi zulme, zorbalığa, hukuksuzluğa da duyarsız bir toplumuz. Daha ötesi, “celladına âşık” misali elde ettiğimiz imkân ve güç ile bize acılar, dramlar, trajediler yaşatanlara benzemeye çalışıyoruz.
Barış, demokrasi ve hukuk devleti iddiasında samimi olan bir iktidarın öncelikle 1982 Kenan Evren Anayasası’nın “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” 66. Maddesini yürürlükten kaldırması gerekmez mi?
12 Eylül ruhunu yansıtan 66. maddeyi görmezden gelerek Kürt Sorununu çözeceğini iddia eden hiçbir parti ve siyasetçiyi samimi bulmuyorum.
Samimiyetin ilk koşulu; asimilasyoncu, inkârcı, ırkçı ve işkenceci 12 Eylül darbe zihniyetinden, ırkçılıktan, ayırımcılık duygusundan tamamıyla arınmaktır.
Aradan yaklaşık 40 yıl geçtiği halde bu madde kaldırılmamışsa, yargıda adalet tesis edilmemişse şiddet, savaş ve teröre ihtiyaç var demektir. Toplumun ısrar, samimiyet ve çabalarına rağmen iktidarın ayırımcı politikaları Türk’ün Kürd’e, Kürd’ün Türk’e yakınlaşmasını önlemeye devam ediyor.
Bu zihniyeti 12 Eylül ruhunu yaşatmakla tanımlamak doğru değil mi?
Abdulbaki Erdoğmuş
YORUMLAR