28 Şubat sürecinde Kırıkkale Üniversitesinde yardımcı doçent olarak çalışırken, “Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler” başlıklı tezinin “irticai faaliyetler” kapsamında değerlendirilmesi sebebiyle 2000 yılında üniversiteden atılan, tezi MGK’da gündeme gelen Erkilet, başörtüsü yasağı yüzünden ancak 2012 yılında üniversite hocalığına geri dönebilmişti.
Şimdi İbn Haldun Üniversitesi Sosyoloji bölümünde öğretim üyesi olan Alev Erkilet, sivilsayfalar.org sitesinden Gülsüm Ekinci’nin İstanbul Sözleşmesi ile ilgili sorularına yanıt verdi.
Kadın cinayetlerinin bir türlü sonlandırılamadığı, kadın ve çocukların aile içinde ve dışında cinsel şiddet, taciz ve ağır travmalara maruz kaldığı bir ortamda İstanbul Sözleşmesi bize ne vadediyor?
İstanbul Sözleşmesi, tam adıyla Kadına Yönelik Şiddet ve Aile içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi kadınlara her türlü şiddete karşı korunmayı, kadınlara yönelik şiddetin ve aile içi şiddetin önlenmesini, bunların gereği gibi kovuşturulmasını, cezalandırılmasını ve son tahlilde tamamen ortadan kaldırılmasını vadediyor. Ama bunları bütünsel bir yaklaşımla ele almak gerektiği ilkesine yaslanıyor. Süreci, hazırlayıcı sebepler ve sonuçlarıyla birlikte analiz ederek gerekli tedbirleri almayı şart koşuyor. Mesela, şiddetin ardında yatan ve suçun işlenmesi sürecinde ve sonrasında kadınların mağduriyetlerine neden olan her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını, kadınların güçlendirilmesini ve şiddet mağdurlarının korunmasını/desteklenmesini gerekli kılıyor.
Yasal bir çerçevenin sosyal politika tedbirleriyle desteklenmediği sürece bu köklü sorunla başa çıkmada yeterli olamayacağının bilinci içinde “politika ve tedbirler tasarlamak”, “uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak” gereğinden ve bir izleme mekanizması oluşturulmasından söz ediyor. Mağdurlarla çalışacak profesyonel kadroların eğitimi, ayrımcılığı besleyen müfredatın gözden geçirilmesi ve eşitsizliği besleyen eğitim içeriklerinin kaldırılması, sivil toplum-medya- özel sektör ve devletin işbirliği içinde çalışması, mağdurlara psikolojik ve hukuki destek sağlanması, sığınma evlerinin, ücretsiz yardım hatlarının ve cinsel şiddet sevk merkezlerinin kurulması da sözleşmede altı çizilmesi gereken önemli hususlar arasında.
Bütünselci yaklaşım gereği, sözleşmede sadece ev içi şiddet değil aynı zamanda taciz amaçlı takip, cinsel taciz ve şiddet, zorla evlendirme, kadın sünnetine, kürtaja ve kısırlaştırmaya zorlama da zikrediliyor. Sözleşme bizi, bu ve benzeri şiddet edimlerine, zaman içinde üretilmiş geleneksel yorumlarla mazeret bulunması eğilimiyle de yüzleşmeye çağırıyor. Bu konuda Ali Şeriati’nin Dine Karşı Din ve Fatıma Fatımadır adlı kitaplarında işaret ettiği ya da İSAV’ın Dini ve Toplumsal Boyutlarıyla Cinsiyet tartışmalı ilmi toplantısında Abdülaziz Bayındır hocanın ve benim ele aldığım hususları örnek vermek isterim. Her üç analizde de İslam’ın eşitlikçi yaklaşımının zaman içinde hiyerarşi üreten ve destekleyen yaklaşımlarla özünden nasıl uzaklaştırıldığı üzerinde durulmaktadır. Daha pek çok konuda sözleşmeye atıf yapmak mümkün ama burada ele aldığımız hususların sözleşmenin vaatlerini özetleme konusunda yeterli olduğunu düşünüyorum.
“Toplumsal cinsiyet” nedir, sözleşmedeki kapsamını açar mısınız?
Toplumsal cinsiyet kısaca bireyin biyolojik cinsiyetiyle, toplumun ve kültürün bu cinsiyetin üzerine kurguladığı toplumsal işbölümü arasındaki farka işaret eden önemli bir toplum bilimsel ve antropolojik katkıdır. Son zamanlarda sıkça ele alındığı için malumunuzdur diye düşünüyorum ama biraz açacak olursak, kavramın kökeninin Margaret Mead’in Papua Yeni Gine’deki üç toplulukta yaptığı araştırmalara dayandığını söyleyebiliriz. Çok ilginçtir ki Mead benzer geçim örüntülerine sahip bu üç topluluktan her birinde farklı bir kadın ve erkek davranış örüntüsü bulunduğunu tespit etti. Topluluklardan birinde erkekler de kadınlar da hassas, nazik ve iş birliğine yatkın iken, diğerinde kadınlar de erkekler de şiddetli, saldırgan ve güç düşkünüydüler. Sizin de dikkat edeceğiniz gibi birinci grup özellikler genellikle kadınsı, ikinci grup özellikler ise erkeksi kabul edilmektedirler. Üçüncü topluluktaysa kadınlarla erkekler birbirinden farklıydı ama yine çok ilginçtir ki kadınlar dominant iken erkekler duygusal manada daha bağımlı bir haleti ruhiye içindeydiler. Mead bu gözlemleri sayesinde kadın-erkek farklılıklarının kaynağında sabit sayılan cinsiyetin değil kültürel farkların olduğu görüşünü geliştirdi. Bu tespit kaçınılmaz olarak toplumsal iş bölümüne dayalı eşitsizlikleri de teşrih masasına yatıracaktı. Zira bu toplumsal iş bölümü hatırı sayılır bir eşitsizlik ve hiyerarşi üretmektedir. Kanımca toplumsal cinsiyet kavramını çok önemli kılan da, kadınların maruz kaldığı ayrımcılıkların biyolojik cinsiyete ait özelliklerle gerekçelendirilmekte olduğunu bize fark ettirmiş olmasıdır.
İstanbul sözleşmesinde geçen “kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” ifadesini nasıl anlamalıyız?
Sözleşmede geçen kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ifadesini az önce değindiğimiz etiketleme, cinsiyetçi işbölümü ve kalıp yargılar açısından ele alırsak çok daha iyi anlarız diye düşünüyorum. Mesela kalıp-yargıları ele alalım; sosyal psikoloji literatüründe önemli bir yeri olan kalıp-yargılarla ilgili çalışmalar bize bireyleri ait oldukları gruba göre değerlendirme/yargılama/damgalama eğiliminin tehlikeli sonuçlarını göstermektedir. Bir başka deyişle, kadınlara kadın oldukları için ve kadınlıkla alakalı kalıp-yargılara ve önyargılara dayalı olarak yönelen şiddetle mücadele sıradan bir şiddetle mücadele meselesi değildir. Zira algı, tutum ve tavırlar, derinlere kök salmış anlayışlar tarafından beslenir, temellendirilir, gerekçelendirilir. Nefret söylemlerine ve nefret suçlarına yol açarlar. O kadar ki, grup düşmanlığı başlığı altında ele alınırlar. İşte, kadına dönük ev içi ve dışı şiddetin, yakın partner şiddetinin bu temellere dayandığını düşünüyoruz ve bu nedenle de özel olarak ele alınıp mücadele edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bunun temel nedenlerinden biri, kadınlara karşı işlenen suçların, mağdurun kadın olması üzerinden mazur gösterilmeye çalışılmasıdır. Örneğin zora dayalı cinsel müdahalelerin “kadın istemese” gerçekleşmeyeceği türünden mazeretler. Ya da tecavüzü sorgulamak yerine kadının neden o saatte ve orada bulunduğunu sorgulama gibi mazeretler. Eşidir yapar türü mazeretler. Ve hepimiz bunlara ilişkin sayısız atasözü bulunduğunu da biliyoruz. İşte kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet dediğimizde şiddetin arkasındaki toplumsal ve kültürel bagajın sorgulanmasını gerektiğini beyan etmiş oluyoruz. Sözleşme tam da bu mazeretlerin bir mazeret olarak kabul edilemeyeceğinin altını çiziyor. Bence en önemli katkısı da burada görülmelidir.
Sözleşme kapsamında verilen taahhütlerden gerçekleşeni, uygulananı var mı?
Bu oldukça tartışmalı bir mevzu. Mesela Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına bağlı olarak faaliyet gösteren ŞÖNİM’ler (Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri) var. Bakanlık, ŞÖNİM’ler aracılığıyla tam zamanlı olarak şiddetin önlenmesi ve koruyucu, önleyici tedbirlerin etkin olarak uygulanması için destek ve izleme hizmetleri sağladığını belirtiyor. Şiddetin önlenmesi ve tedbir kararlarının izlenmesi, şiddet mağduru kişilere yönelik hizmetler ve nihayet şiddet uygulayan kişilere karşı tedbirler olmak üzere üç başlık altında hizmet veriyor. Şiddet/istismar vakalarında Alo 183 Hattı üzerinden ilgililere ulaşılabiliyor ve kolluk kuvvetleri durumdan hemen haberdar ediliyor. Bu süreçte Bakanlığın İl Müdürlüklerindeki acil müdahale ekiplerine de bilgi veriliyor. ŞÖNİM’lerde verilen hizmetler arasında barınma, geçici maddi yardım, rehberlik ve danışmanlık, geçici koruma altına alma, kreş yardımı, hukuki, tıbbi, istihdama yönelik destek ve nihayet eğitim-öğretim destekleri sayılabilir. Bunlar işin kurumsal tarafı.
Meselenin izlemesini yapan, GREVİO’ya (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzman Grubu) gölge raporlar sunan sivil toplum kuruluşları, özellikle kadın örgütleri ve avukatlar gibi profesyoneller ise, bu çabaların önemli olduğunu ama kesinlikle yeterli olmadığını belirtiyorlar. Onlara göre bunun nedenleri arasında şiddet olaylarına müdahalede bulunanların ya da kadınların başvurduğu karakolların meseleyi kadını şiddet gördüğü eve geri göndererek çözme eğilimi içinde olması, tecavüz kriz merkezlerinin açılmaması, sığınma evlerinin yetersizliği, buralarda kadının güçlendirilmesiyle ilgili çalışmaların yapılmaması, en genelde de kolluk ve yargıdaki ataerkil zihniyetin kadını koruma ve suçluyu cezalandırma konusunda yetersiz kalması sayılabilir.
Ama şiddetle mücadelenin uzun vadeli bir kararlılık gerektirdiğini ve yukarıda zikrettiğimiz sorunlar nedeniyle bütüncül yaklaşımın çok önemli olduğunu biliyoruz zaten. Onun için müfredatın yeniden ve yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Onun için kamu görevlilerinin toplumsal cinsiyet eğitimi alması gerekiyor. Onun için mağdurlarla çalışacak iyi eğitilmiş profesyonellere ihtiyacımız var…
Mesele bir dindarlar-dindar olmayanlar tartışmasına indirgenemez. Kazanılmış haklardan da vazgeçilemez.
Argetus araştırmasında sözleşmeyi okumayanlar “İstanbul Sözleşmesi şiddeti teşvik ediyor.” ya da “Boşanmayı teşvik ediyor.” değerlendirmelerine katılırken; sözleşmeyi inceleyenlerin yarısından çoğu her iki değerlendirmeye de katılmadığını belirtiyor. Bu sonucu nasıl değerlendirmeliyiz?
Yeterli ve doğru bilgilendirme yaptığımız takdirde toplumun sözleşmenin mahiyetini ve amacını daha iyi anlayacağını, sürece olumlu yönde katkıda bulunmasını sağlayacak bireysel bir kavrayış sahibi olacağını düşünüyorum. Argetus’un araştırması konunun yeterince bilinmediğini ve maalesef toplumun bilgiye dayanmayan kanaatlerle yönlendirilmek istendiğini göstermiş oldu. Bu açıdan 13 Mayıs Çarşamba günü yapmış olduğumuz Hak İnsiyatifi’nin Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları ve Uygulamada İstanbul Sözleşmesi başlıklı canlı yayınını konuyla ilgilenenlere bir kere daha hatırlatmak isterim.
Bu sohbette hem önceki sorunuz bağlamında söz ettiğimiz uygulama sorunlarına dikkat çekildi, hem de ben meselenin dini rehberlik pozisyonu olan mesela DİB gibi kurumlar tarafından doğru anlaşılmasının ve halka anlatılmasının önemine dikkat çekmiştim. Aynı değerlendirmeyi Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı için de yapabiliriz. Sivil toplumun temsilcileri için de yapabiliriz. Akademi için de yapabiliriz.
Velhasıl Argetus’un konunun yeterince bilinmediği yönündeki bulgularını çok önemli buluyorum. Bu konu anlaşılmadan geçiştirilecek önemsiz bir konu mu ki, öylece yolumuza devam edelim. Mesele bir dindarlar-dindar olmayanlar tartışmasına da indirgenemez. Kazanılmış haklardan da vazgeçilemez. O nedenle bugünden yarına konuyla ilgili tüm sorunları çözemeyebileceğimizi kabul ederek ısrarla meselenin anlaşılmasına odaklanmalıyız diye düşünüyorum. Tabii yasal kazanımları muhafaza ederek.
Son haberlere göre Ağustos ayında İstanbul sözleşmesinden çıkma kararı alınmış. Bu ayrılış kadınlar ve toplum olarak bizi nasıl etkiler?
Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesinin kadınları ama son tahlilde tüm toplumu olumsuz etkileyeceği muhakkak. Söyleşimizin başından beri tekrar tekrar atıf yaptığım kadınlara karşı olumsuz kalıp yargılar ve önyargılar lehine bir karar olacağını düşünüyorum. En hafifinden kadınlara ve kız çocuklarına dönük cinsiyetçi yargıları hafife almak anlamına gelir. Bu bağlamda Bell Hooks’un Duygu Yoldaşlığı kitabından ufak bir alıntı yapmak isterim. Hooks son dönemlerde kız çocukluğuna dair yapılmış araştırmaların bulgularından bahsederken şunları söylüyor: “Bu araştırmalar genç kızların genel kabul gören kadınlık anlayışlarına uymaya teşvik eden yıkıcı cinsiyetçi mesajlar almaya başlayıncaya kadar, genellikle kendilerini güçlü, cesur ve oldukça yaratıcı hissettiklerini onaylıyor. Uyum sağlamak için güçlerinden vazgeçmeleri gerekiyor”. Bu meselenin yalnızca bir tarafı, diğer tarafında ise çok daha yakıcı bir manzara var. Bu açıdan bakıldığında, sözleşmeden geri çekilmek nefret suçlarını ve cinsiyetçi suçları müsamahasız bir şekilde takip etme ve cezalandırma kararlılığından geri adım atıldığı şeklinde yorumlanacaktır.
Geçmişte de kadınlara dönük suçların hafife alındığını, suçluların türlü mazeretlerin ardına saklandığını ve maalesef bu mazeretlerinin makul karşılanıp suçlarının çoğu kez cezasız kaldığını toplumca gayet iyi biliyoruz. Kadın cinayetleri çoğu örnekte kadının çocuklarını, anne babasını, kardeşlerini hatta onların eşlerini bile içerecek şekilde aile katliamlarına dönüşmekteyken; öldürmek üzere peşine düştüğü eşinin yerini söylemediği için öz evladını öldürmeye kadar varabilirken; suçlular sürekli iyi hal indirimlerinden yararlanırken; tecavüze uğrayıp öldürülen kadınlar, geride kalanları da perişan eden cinsiyetçi suçlamalarla karşı karşıya kalırken ve sözleşme bütün bu yaklaşımlarla mücadeleyi ana ilkesi olarak belirlemişken geri çekilmenin saldırganlığa prim vermek anlamına geleceğini düşünüyorum.
Sözleşmeden çıkmanın uluslararası etkisi nasıl olur?
Uluslararası etkileri fazla önemsemiyorum açıkçası, önemli olan bizim kendimize ne yaptığımız. Başkalarının tepkileri değil bu toplumun kadınlarının ve çocuklarının güvenliği ve esenliği önemli. Toplumdaki her bir bireyin esenliği ve güvenliği önemli. Adaletin, en temel insani hakların korunması önemli. Yaşama hakkı, şiddete maruz kalmama hakkı, onurunu ve izzetinefsini koruma hakkı, ırzını koruma hakkı, seçtiği kişiyle evlenme hakkı, eğitim alma hakkı, kendi hayatının anlamını belirleyebilme ve onu kurma hakkı, söylem geliştirme hakkı, aşağılanmama hakkı… Bunlar ve benzerleri tamamen İslami ve insani haklardır ve kadın-erkek, siyah-beyaz, her etnik gruptan ve bölgeden insanın bunları talep etme hakkı vardır. Bu haklara tasallut edenlere karşı devlet korumasında olma hakkı vardır. İşte sözleşme bütün bu bakımlardan önemlidir.
https://serbestiyet.com/
YORUMLAR