Köyde çocuk olmadıysan, Niksar'ı, Başçiftlik’i bilmiyorsan, bu hikayeyi okumana gerek yok!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Eski İmar ve Planlama Dairesi Başkanı Mehmet Yıldız beyden yine muhteşem bir memleket anısı.

Köyde çocuk olmadıysan, Niksar'ı, Başçiftlik’i bilmiyorsan, bu hikayeyi okumana gerek yok!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Eski İmar ve Planlama Dairesi Başkanı Mehmet Yıldız beyden yine muhteşem bir memleket anısı.

Köyde çocuk olmadıysan, Niksar'ı, Başçiftlik’i bilmiyorsan, bu hikayeyi okumana gerek yok!
11 Mart 2021 - 11:50


Köyde çocuk olmadıysan,
Niksar'ı, Başçiftlik’i bilmiyorsan, bu hikayeyi okumana gerek yok!
DAMAĞIMDAKİ TAD ve DEDEM.
Ben dedemi damağımdaki tatla hatırlıyorum.
Aklımın bir kenarında duran, tüm benliğimle hissettiğim ama ne olduğunu bilmediğim bir tat.
Onun müşfik bakışını, gözlerinin içindeki ışığı, buruşuk ama yumuşak ellerinin sıcaklığını hissederek hatırlıyordum o tadı.
Dedemin evindeyim. 4-5 yaşlarındayım.1949 ya da 50 olmalı.
Loş ve boş bir zemin kattan yukarı çıkan geniş tahta merdivenler.
Birinci katta kuzenlerimle koşuşturup oynadığımız büyük bir hol.
Merdivenlerden çıkarken bana seslenen, saçları dökülmüş, yuvarlak burunlu, müşfik bakışlı o yaşlı adamın bana verdiği yiyeceğin tadı 10 yaşıma kadar hep aklımın bir köşesinde durdu.
Biz, amcalarım ve dedemden ayrı mahallede oturuyorduk.
Bu nedenle diğer kuzenlerimden ayrıcalığım olmalı ki, her zaman cebinde bana ayrılmış biraz leblebi ve üzüm mutlaka olurdu.
Ancak adını bilmediğim, kimseye sormadığım o şey, hep dedemi hatırlattı bana.
Çocuk yaşta onu kaybetmiş olmak bile, onunla özdeşleşmiş damağımdaki tadı unutturamadı.
Ben o tadın ne olduğunu 10 yaşımda Niksar'a ilk gittiğimde öğrendim.
Benim köyüm Başçiftlik büyük bir köydür.
Reşadiye Niksar arasında, Canik dağlarının güneyinden başlayan Reşadiye platosunun en batısını tutmuş, 1400 rakımlı bir köy.
Köyümüz sırtını iki büyük tepeye yaslamıştır.
Beyaz kireç taşından oluşmuş bu tepelerden birisi Çal Tepesi, diğeri büyük kardeşi Ala Çaldır.
İki dağ da komşu oldukları Kel Tepeden ve Canik Dağlarından (biz yayla tepeleri deriz) bitki örtüsü, toprak yapısı ve görünüm olarak çok farklıdırlar. Topraksız, taşlık ve kıraçtırlar.
Köyün asıl arazisi doğusunda ve güneyindeki hafif engebeli Reşadiye platosu üzerindedir.
Özal döneminde Başçiftlik kaza (ilçe) oldu ama ben hala köyüm diyorum.
Geniş holünde, boş zemin katında ve bahçesinde koşuşturduğumuz kalabalık bir ilkokulda okudum.
Şimdi Kaza olmasına rağmen, çevre köylerden taşıma ile gelen öğrencilerle zar zor 1. sınıf açıldığı söyleniyor.
O zamanlar 5. Sınıfı bitiren çocuklar, bir öğretmenin eşliğinde nüfus cüzdanı çıkarmak için giderlerdi Niksar'a.
Çok şanslı olmalıyım ki bir nedenle babam beni 10 yaşlarımda götürdü.
Başçiftlik’ten Niksar'a yürüyerek ya da atla, yazın Katır Belinden 4-4,5 saatte, kışın güneyde Bel Başı üzerinden 5-6 saatte gidilirdi. Başka bir seçenek yoktu.
Senede birkaç kez, resmi görevlileri tenteli bir jip (jeep ) getirir, aynı gün dönerlerdi.
En meşhuru Tomoğlu’nun jipi.
Bizler jipin arkasından köyün dışına kadar koşardık.
Gözden kaybolduktan sonra bile mazot kokusunu saatlerce hissederdik.
Çocukların “önce ben gördüm-hayır oğlum ben gördüm” kavgası yaptıklarını hatırlıyorum.
Bu gün Hüseyin Bolt ne ise o gün bizim için Tomoğlu’nun Jepi oydu.
“Tomoğlu’nun jipi gibi” deyimi, çok hızlı koşuyor anlamında kullanılan bir deyimdir bizim nesilde.
Niksar'a biz “Şeher” (Şehir) derdik. O yaşlarda benim Niksar ile ilgili tek bilgim köyümüzde öğretmenlik yapan Mustafa Narman'ın Niksarlı olmasıdır.
Gür siyah dalgalı saçlarını arkaya doğru tarayan, arada bir bana “gök gürültüsünü anlat” deyip gülen sevdiğim bir öğretmen.
Ben gök gürültüsünü kağnı arabalarının ağır yük altında çıkardığı sese benzeterek anlatmışım.
“Artı-eksi elektrik yüklü bulutlar gökyüzünde karşılaştığında aralarında elektrik akımı olur, bir gacırtı kopar.” Hoşuna gitmiş olmalı ki arada bir sorardı.
Durumun farkına vardığımda “bilmiyorum öğretmenim” der geçiştirir idim ama o yine de gülerdi.
Niksar benim için Mustafa Narman idi.
Sabah çok erken çıktık yola.
Babam beni atın üzerine bindirdiğinde “uyuma ha düşersin” diye uyardı.
Köyden çıkana kadar 5-6 kişilik bir gurup oluştu.
Hepsi tanıdık ve bildik insanlar, atlarının ismini bile biliyorum.
Bizim atın yükü hafif, ama diğer atların yükü ağır.
Kale deresinden yukarı çıkıp Karlık Boğazını alaca karanlıkta geçtik. Yol artık yokuş aşağı dönmüştü.
Karlık Boğazı, Ala Çal ile Kel Tepenin yüz yüze, yanak yanağa tokalaşırken göbeklerinin birbirine değdiği noktadır. Orayı geçtikten sonra toprağın rengi de, ağaçların şekli de değişir.
Reşadiye ve Niksar coğrafyası için doğal bir eşiktir.
Kuraklık olduğu zamanlarda Babam: “-Şu Ala Çalı kazıp dümdüz etsek bu memleketin iklimi değişir. Yağmur bulutlarının bu tarafa geçmesini engelliyor bu dağ” derdi.
Yokuş aşağı döndüğümüzde yükü ağır atlar zorlanıyor, at sahipleri sohbeti bırakıp onlara odaklanıyor.
Bir müddet sonra yolun eğimi azaldı, sonra da düzleşti.
“Aha Şeher (Şehir) suyuna indik” dediklerinde hava aydınlanmıştı.
Daha önce buralara hiç gelmemiştim. Gün ışığında etrafa merakla bakıyorum.
Sağ tarafımızdaki derenin, bazı yerlerinde su yatağı daralıyor, iri taşların arasında hızlı akan su azalmış gibi görünüyor. Düz yerlerde dere genişliyor su durgunlaşıyor, berrak ve ter temiz. Sabah güneşinin suyun üzerine düşürdüğü dalların gölgeleri, dipteki irili ufaklı gri yuvarlak çakıl taşları üzerinde dinleniyor sanki.
Derenin kıvrımlarını takip eden, bazen suyun içine girecekmiş gibi yaklaşan patika yol, bir müddet sonra su kenarından ayrılıp derenin güneyindeki ormanın içine daldı.
Yol boyu ormandaki tek değişiklik, ormanı keserek açılmış küçük boşluklar ve ekin tarlaları.
“Zereğa’ya geldik” dediklerinde, (bu gün Gülbayır olmuş) yakından göreceğim ilk yabancı köy olduğu için sevindim.
Bizim köyün doğu tarafındaki Karacaören'i, Hatipli'yi, Bereketli'yi yayla tepelerinden, çok uzaktan görmüştüm ama Başçiftlik dışında bir köyün içinden ilk defa geçecektim.
Yolu daraltan sık çalılar arkasından zar zor görünen bahçe içinde birkaç ev.
Sonra yol biraz genişledi. İleride bir çeşme, çeşmenin yanında taş duvarlı kutu gibi bir yapı.
Bunun ne olduğunu biliyordum. Bizim “hamam” dediğimiz, mahalledeki çamaşır yıkama yerine benziyor.
Penceresiz kalın taş duvarlı, üzerinde yanlardan içeri ışık veren bir çatısı olan küçük bir oda.
İçinde eğimli taşların üzerinde kadınlar çamaşır yıkarlar.
Büyük kazanlarla su ışıtmak, çamaşır kaynatmak için odun ocakları vardır.
Çeşmenin oluğundan tekneye çarpan suyun çıkardığı şırıltı dışında etrafta ses seda yok.
Kimseyi görememenin hayal kırıklığı ile geçtik Zereğa'yı.
Sonra yollar birden bire dikleşti, sarp yamaçlar içime bir korku saldı.
Sanki yolun üst tarafı üzerime düşecek, alt taraf camide Hocamızın anlattığı Cehennem çukuru.
Yokuş aşağı inerken atların sırtındaki yük onları ileri doğru zorluyor.
Babam atın üst tarafında bir elini bacağımın üzerine koymuş beni kolluyor.
Bir müddet sonra zorlu yol bitiyor ve gürül gürül akan bir derenin kenarına iniyoruz.
Emin Amca “İşte Memet Ağa, Karlık Boğazından sonraki pınarların suları diğer derelerle birleşerek buraya kadar gelmişler. Bu suya Çanakçı denir” diye dereyi gösterdi.
Su kenarında kalın gövdeli büyük ağaçlar yükseliyor. Bazılarının gövdesinden kabukları ayrılmış altından yeni kabuklar çıkıyor. Bu kadar büyük ve yüksek ağaç görmemiştim. Şaşkın şaşkın ağaçlara baktığımı gören, aslında pek az konuşan dayım “kavlan” bunlar dedi.
Kalkan kabukları nedeni ile "kavlan" ismi iyi olmuş diye geçti içimden.
Bir müddet sonra dere solumuzda kaldı, Çanakçıyı görmez oldum.
Yolun sol tarafımızda çalı ve ağaçlardan oluşan bir bitki duvarı var.
Arada bir bahçe içinde evleri geçiyoruz ama burası Niksar olamaz. Niksar daha büyüktür.
Sonra binalar sıklaştı. Atların ayaklarının altındaki demir nallar “çat dada çat, çat dada çat” diye gürültülü sesler çıkarmaya başladı. Yol düzgün taşlarla kaplanmıştı. Merakla baktığım büyük binayı işaret eden Emin “Bu bina Reji” dedi. “Sigaranın tütünü var ya, işte bu binalarda saklanıyor.
Atın üzerinde nal seslerinin ritmine uygun olarak sallanıyor ve etrafı izliyorum.
Artık evler ikişer katlı, düzgün sıvalı. Pencere kenarlarında ve bina köşelerinde ahşap pervazlar var.
Kahverengine dönmüş ahşabın hareleri ile beyaz duvarın uyumu evlere hayranlığımı daha da artırıyor.
Bazı evlerin pencere altlarında kabartma desenler var. Üzeri pürüzlü, değişik renklere boyanmış kabartmalar.
Yol birden bire daraldı ve yolun her iki yanındaki binalar hem birbirine, hem de yola çok yakın. Atların nal sesleri daha gürültülü çıkıyor. Yolun sağ tarafında gri ve siyah taşlardan örülmüş yüksek duvarların yanından geçtik. Kale gibi yüksek duvarlar.
“Çat dada çat, çat dada çat.” Öndeki atların soldaki yola dönmesi ile biz de döndük.
Bir köprüyü geçtik ten sonra nal sesleri azaldı. Pazar yerine, Hale gidiyormuşuz.
Kalabalık bir yerde attan indirildim. Yükler de indirildi. Her şeyi dayıma bırakıp onun atını da alarak geri döndük.
Babam, atları bir binanın altına sokup bağladı. Bir adamla bir şeyler konuştu ve “gel” dedi.
Hemen düzgün taşlarla döşeli yola çıktık. Yolun üst tarafında yüksek bir duvar, önünde büyük kavlan ağaçları var. Duvara yapışık bir çeşme.
“Su içer misin” diye sordu, ben ağaçlara bakarken. Zincirle çeşmeye asılı tasa su doldurup verdi elime. İçmeye başladığımda garip bir tat aldım ve suyu döktüm.
“Bir şey olmaz iç, ilaçlı su dedi” ama içmedim. Gel dedi ve yine elimi tuttu, beni büyük duvarın içindeki merdivenlere doğru yönlendirdi. Hayda! Duvarın içinde merdivenler. Merdivenlerden geniş bir alana çıktık. Karşımızda masallardaki padişahların sarayı gibi büyük bir bina var. Önünde yine merdivenler.
Binaya girerken “Konuştuğumuz gibi oğlum tamam mı? Anahtarı ben verdim diyeceksin. Yoksa o çocuğu hapse atacaklar.”
Belli belirsiz kafamı salladım.
Aslında anam sıkı sıkı tembih etmişti. “Sakın yalan söyleme oğlum, çarpılırsın” demişti.
İçeride başka bir merdivene yöneldik.
Yukarı çıktığında gideceği yeri bilen birisinin kararlılığı ile bir kapının önünde durdu.
Yüksek kenarlı şapka giymiş adama bir şeyler söyledi. Adam kafası ile tamam der gibi yapıp içeri girdi.
Biraz sonra çıktığında beklememizi söyledi.
Ben bu arada etrafa bakıyorum, başka kapıların önünde bekleyenleri izliyorum.
İki askerin arasında kafası öne eğik, gözleri yere bakan genç bir adam. Elleri kelepçeli.
“Önüne bak oğlum, milleti huzursuz etme” diye uyardı babam.
Dolaşmak için koridora doğru yürümek için hamle yaptığımda kolumu tutarak engel oldu.
Gözüm etrafta, ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, o adam içeriden kapıyı açtı “girin içeri” dedi.
Bu kapıyı neden bu kadar büyük yapmışlar ki. Oda çok büyük değil ama tavanlar çok yüksek.
Adam şapkasını çıkarmıştı, bana da “Şapkanı çıkar” dedi. Ben çıkarmaya hamle yapmadan, babam şapkamı aldı başımdan. Zaten kendi şapkası da elindeydi.
Babam, hakime ifade vereceğimi ta köyde anlatmıştı.
Yüksek bir masa var karşıda, masanın arkasında bir adam. Yakası renkli uzun bir ceket giymiş.
Önde bir masada oturan başka bir adam daha var.
Gözüm sağ taraftaki pencerelere takılıyor. Yan yana dar ve yüksek pencereler. Duvarlar çok kalın.
Hakimin arkasında parlak bir yazı: “Adalet Mülkün Temelidir.”
Hakim eli ile işaret etti ve hafif bir sesle “şuraya geç Mehmet” dedi.
“Mehmet” işi ikinci defa karşıma çıkıyor.
Birincisini ilkokul öğretmenim İsa Şen söylemişti.
İlkokul 1. Sınıfta ismimizi yazmayı öğreniyoruz. “Memet” yazıp götürdüm.
İsa öğretmen yanlış diyor. “Oğlum senin ismin Mehmet!”
İsa öğretmen sürekli gülen ve huzur veren bir yüze sahip.
Yüzü ve bakışı bir çocuğu rahatlatmaya yetse de ben şaşkındım.
Gerçi Anneannem bana “Mehemmet” derdi ama o başkaydı.
Biraz sonra hakim bana adımı sordu, "Memet" dedim. Mehmet diye düzeltmedi. Soyadımı sordu "Yılmaz" dedim.
“Söyle bakalım Mehmet, sizin dükkana giren çocuğa anahtarı sen mi verdin?”
-Yok, ben vermedim.
-Senin verdiğini söylüyorlar.
-Yok, ben vermedim. O anahtar okulun kooperatifinin anahtarı imiş.
Bizim dükkanı da açtığı için bazı akşamlar girip biraz leblebi ve üzüm alıyormuş.
Babam ve anam benden şüphelendiler. Ben “almadım” dedim inanmadılar. Üzüldüm, gizli gizli çok ağladım.
Babam ve arkadaşları aldıkları eti tartmak içim dükkana geldiklerinde içeride yakalamışlar. Babası zararı ödesin diye mahkemeye verdi babam.
Hakim, babama dönerek bak çocuk ben vermedim, haberim yok diyor ne diyorsun?
Babam; “Efendim çocuk bir cahillik yapıp arada bir dükkana girmiş, sonra yakaladık. Babası zararımı ödemedi, 'Yatsın cezasını çeksin' diyor. Ben çocuğun sebebi olamam. Arzuhalci, oğlun suça ortak olursa ceza almaz dediği için bu yola başvurduk. Ben şikayetçi değilim o çocuktan."
Hakim: “İlkokulun kooperatifini birlikte çalıştırdıklarını yazacağım, tamam mı?” diye sordu?
Babam "tamam" dedi.
Öyle bir şey yoktu. Babamın yüzüne baktım, yüzüme çok sert baktı, itiraz edemedim.
Hakim öndeki adama çoğunu hiç duymadığım kelimelerle bir şeyler yazdırdı.
Babama imza attırdı, "çıkabilirsiniz" dedi ve odadan çıktık.
Babam söylediklerini yapmadığım için bana tek kelime söylemedi.
Şapkamı vermeden önce birkaç defa başımı okşadı.
Ne o gün, ne başka bir gün bu olay bir daha açılmadı ve o çocuk da ceza almadı.
Hükumet binasından çıktığımızda “gel seni biraz gezdireyim” dedi.
Önce Üngör sınamasına baktı hangi filim oynuyor diye.
Her Niksar'a gidip geldiğinde arkadaşlarına filmleri anlatırdı.
“ Herkül, Galilea, Pompei” hepsini dinlemiştim.
Perdede insanların, atların gerçek gibi nasıl hareket ettiğini anlatırdı.
“Seninle akşam sinemaya gideceğiz” dedi.
Dönüp tekrar geldiğimiz yöne doğru yürümeye başladık, biraz sonra o yüksek duvarın ve büyük ağaçlarının yanından geçtik. Yol düzgün taşlarla kaplı, her iki yöne gidip gelen insanlar var.
Binaların önünde hiç bahçe yok, hepsi yola ve birbirine bitişik ama dükkan camları çok büyük.
O kalabalıkta hiç kimseyi tanımıyorum. Köyde olsa babam hepsi ile selamlaşır, ben de tanırım herkesi.
Yürürken babam anlatıyor.
“Hafta günü köylerden herkes Niksar'a gelir eksiğini alır.
Yakın köylüler köyüne döner, köyü uzak olanlar hanlarda kalır, ertesi gün dönerler.
Biz bu gece buradayız, Ali Osman'ın hanında kalacağız, yola yarın çıkacağız” dedi.
“Ali Osman” komşu kadınların bize okuttuğu mektupların üzerindeki adam olmalı. “Hancı Ali Osman eliyle Başçiftlik Köyü” her mektup zarfının üzerinde vardır.
Babam yolu değiştirdi, “Kemer köprüden geçelim gel.” Birkaç basamak indi, o sokaktan da sağa döndü., sonra yüksek bir köprünün üzerindeydik.
“Bu köprü Leylekli Köprü, çok eskiden yapılmış” dedi.
Her yeri taştan yapılmış, çok yüksek ve kemerli.
Aşağıya bakıyorum altından hem su akıyor hem başka bir yol geçiyor.
Bakarken özüm karardı, hem bir koku geliyor. Bu taraf kokuyor dediğimde “post tabaklıyorlar, kokar” dedi.
Geldiğimiz yöne baktığımda çok güzel bir bina gördüm. Biraz önce önünden geçtiğimiz tek katlı binalardan biri. Vay be! Binanın altında iki katı daha varmış. Hem de öbür tarafa doğru çok büyük.
Niksar'a girdiğimizde gördüğüm binalardan daha büyük ve güzel.
Önünde boydan boya balkonu var. Balkon direklerinin arası kemerli, kemerlerde bizim kirpikli tavanların süsüne benzer süsleri var ama bunlar çok büyük.
Bizim köyde evlerin dışına doğru uzanan "alafranga" (balkonlar) vardır. Alafranganın tavanları, kenarları süslü tahtalarla yapılır. O süsler cimi (kıl) testeresi denen ince testerelerle kesilir.
Hacı dededen biliyorum. Bir tahtaya kirpik yapmak için günlerce uğraşılır.
Binaya baktığımı gören babam beni o tarafa doğru yönlendirdi.
Binaya, balkonundan girerken “gel biraz dinlenelim” dedi. Balkon kenarına yanaşmadan bina duvarının dibinden babamı takip ettim. İçeride ve balkonunda masalar ve masalarda oturan insanlar var.
Diğer ucundaki masaya yönelip oturduk. Elbette ben duvar tarafındaki sandalyeye.
“Çay içer misin Memed Ağa!”
Babam keyfi yerinde olunca bana “Memet Ağa” derdi. Hoşuma gitti. Kafamı sallayıp “he” dedim.
Bir adama işaret etti, çay geldi. Şekerlerden birisine çay bulaşmış, ıslanıp biraz erimişti. “Onu ben alıyım” diyerek cay kaşığı ile ıslanan şekeri kendi bardağına attı, daha büyük ve erimemiş olan şekeri benim bardağıma. “Şıkır-şıkır-şıkır” babam çayı karıştırıyor ben ağzım açık kemerlere, kemerlerin üzerindeki kıvrımlı hatlara bakıyorum. Benim çayı da karıştırmış. “Tamam, şekerler eridi iç çayını” diye uyardı.
Genelde köyde çay içmezdik biz. Bizde içilen su, ayran ve süttü.
O nedenle tadı tuhaf geldi ama şekere kıyamadığım için sonuna kadar içtim çayı.
Uzun süre baktım balkon direklerine, kemerlere, süslerine. Sonra dikkatimi karşı taraf çekti.
Yol kenarında sırtını yamaca dayamış tek katlı büyük bir bina var.
Bu balkondan etrafı daha iyi görüyor ve daha iyi algılıyordum Niksar'ı.
Ağaçlı dik yamaçlarda evler var. Çanakçı köprünün altında yüksek duvarların içinde.
Babam; “Bak orası da Niksar'ın Okulu, Adı Gaziamet.” Gazi Ahmet olmalı diye düşündüm.
Gazi Mustafa Kemal gibi. O Ahmet kim acaba diye aklımdan geçti ama babama sormadım.
Neresi ova bu Niksar'ın?
Babama dönerek “Baba Niksar’da ova yok muydu?” diye sordum.
Gülerek; “Gördüğün her yer dere tepe değil mi? Var elbette. Niksar'ın alt tarafı hep ovadır. Hem de çok büyük bir ova. Yarın giderken tepelerden bakar bir kısmını görürsün. Şimdi işimiz Niksar'ın içinde. Bel Başı yolundan gitsek daha iyi görürdün ama o yol çok uzun.” “Haydi” komutu ile yerinden kalktı.
“Hana gidiyoruz, dayın gelmiştir.”
Aynı dar sokağa dönüp yürüdük, “Burası Arasta Çarşısı” dedi. Sağ köşede bir fırın, fırının camında ekmekler. Çok güzel kokuyorlar.
Ekmeklere baktığımı anladı ve “Acıktın değil mi” diye sordu.
Evet, anlamına kafamı salladım. “Şimdi hana gidiyoruz, orada yiyeceğiz yemeğimizi” dedi.
İkinci defa geçtiğimiz caddedeki dükkanlar, insan hareketleri artık çok ilgimi çekmiyordu.
Babam iki eli arkasında hafif sallanarak ağır ağır yürürken onu takip ettim.
Az sonra caddeden sağa dönüp artık çok iyi bildiğim sokaktaki ikinci binaya Ali Osman'ın hanına girdik.
Dayım ve birkaç kişi gelmişti. Bizim yağ ve yünün kaç kilo geldiğini, kaç paraya sattığını söyleyerek, cebinde ayrı yere koyduğu parayı çıkararak verdi babama.
Ne yiyelim muhabbeti biz gelmeden önce başlamıştı bile. “Geyik çorbası yapalım dedik ama kap-kaçak istemek lazım. Ekmek alıp yanına bir şeyler alır yeriz” dediler.
Babam tamam dedi para çıkarmaya davrandı. “Yo, Emin alsın kaç para ise pay ederiz” diye kararlaştırdılar. Emin fırladı gitti.
Dayımın babama “Ne oldu?” der gibi baktığını gördüm. Bir şey yok der gibi başı ile işaret etti.
Geyik çorbasının şeker şerbetine ekmek doğramak olduğunu sonra öğrendim.
Lakabı Geyik olan bizim köylü biri yapmış ilk olarak.
Üç kese kağıdı ve ekmeklerle döndü Emin.
Sofra tahtası gibi ama düzgün olmayan bir tahta kondu ortaya, ekmekler bölünüp dizildi, üç kese kağıdı açıldı.
Birinin içinden çıkanı biliyorum. Bildiğimiz bizim peynirlerden. Diğer ikisi pek tanıdık gelmedi.
Biri alıç meyvesi büyüklüğünde, simsiyah parlak bir şey, öbürü bir kağıda sarılmış, peynir dilimi gibi ama peynire hiç benzemiyor.
“Hadi buyurun” dendi, bana özenle yer açıldı, oturdum. Ekmek parçasını elime aldım ama hangisine uzanayım, karar veremiyorum. Peyniri her zaman yiyorum, gözüm siyah meyve gibi şeyde.
“Hadi Memet geri durma evladım!”
Uzanıp siyah yuvarlak şeyi alıp ağzıma atmamla geri çıkarmam bir oldu?
Sofradakilerin hepsi bana döndü. “Ne oldu?”
“Bu çok tuzlu, tuzlu çor gibi” dedim.
Gülüştüler.
Dayım; “Çocuk haklı, gerçekten tuzlu çor bu, Emin keşke başka bir şey alsaydın.”
“Ne bileyim, İstanbul’da çalışmada alıştık buna.”
Bu arada babam “ağzını çalkala tuz gitsin” diye eğri büğrü bir tasla su uzatıp verdi. “yut” diye de uyardı.
Bilmediğim öbür şeyi yiyeceğime bildiğim peyniri yerim diye hamle yaparken “Al Memet ağzın tatlansın” diye dayım bir lokma ekmekle peynire benzeyen ama peynir olmadığını bildiğim şeyi uzattı bana.
Ekmek arasındaki şeye elimle dokundum, dağılacak gibi oldu, biraz da elime yapıştı.
Dökülmesin diye hemen ağzıma attım.
Aman Allah'ım!
Ben bu şeyi biliyorum!
Dedemmmm!
Loş bir zemin kattan yukarı çıkan tahta merdivenler.
Kuzenlerimle koşuşturup oynadığımız geniş bir hol.
Merdivenlerden çıkarken bana seslenen, saçları dökülmüş, yuvarlak burunlu, müşfik bakışlı dedemin bana yedirdiği şey bu.
Aklımın bir kenarına yerleşmiş, tüm benliğimle hissettiğim ama ne olduğunu bilmediğim tat şimdi ağzımda.
Zaman geriye doğru akıyor, o han odasında değil Dedem ile merdiven başındayım.
“Helvayı sevdin mi?”
“Sana diyorum oğlum sevdin mi helvayı?”
Evet der gibi başımı salladım ama soruyu soran Dayım değil Dedemdi sanki.
Mehmet YILDIZ
2020 Ağustos
Bir açık hava ve şunu diyen bir yazı 'Emrah Baba V Buğday Hapan Gazi Ahmet, Çoroğlu Niksar Kalesinden; Gaziahmet, Arasta ve Karşıbağ' bakış. 1970'ler Gavcı Evi E TRR Arasta' görseli olabilir
 

Bu haber 1519 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum