Muhabbetin tam ortasında haydi horona. "La, durun..” demeye kalmadı. İçimden, “Ne de oynarmışız be" diye havalanarak, ara sıra da mini etekli horonculara caka satarak...
Kendimi birden mikrofonun önünde buldum. İlle de türkü söylemeliymişim. Yok, mok, filan kâr etmedi. Kemençeciye bir kayde mırıldanayım dedim, hani belki bilmez diye: "Tepe.. ", der demez çalmaya başladı. Ayet-i kerime’mdi:
"Tepeler tepeler
Yüksek tepeler
Orda karlar yağar
Burda seperler
Sandukta paslandi
Elmas küpeler "
Meğer herkes biliyormuş bu türküyü. Çok duygulandım. Ee.. Artık bu kadarı da fazla, bir farkımız olmalıydı…
Ertesi gün beni gezdirecek arkadaşla Selanik'i dolaşmaya çıktık. İlgimi en çok Selanikli Türklerin terk ettiği mahalle çekmişti. Olduğu gibi korunan bu mahalledeki evler Anadolu'dakilerin aynısıydı. Gözümün önüne tek katlı, bahçeli, damı kiremit kaplı, avlularında rengârenk çiçeklerle ve birbirlerini gözleyen pencereleriyle ninelerimizin evleri geldi. Duygulandım. Acaba burayı terk etmek zorunda kalanlar yanlarında hangi çalgıyı götürmüşlerdi, diye sorundum.
En son, Karadeniz kökenli Rumların kurduğu bir derneğe uğradık. Etrafımız gençlerle çevrildi. Sordum, söylediler; Giresunluyum, Şebinkarahisarlıyım, Orduluyum, Samsunluyum, Bayburtluyum, Gümüşhaneliyim… Daha neler; bu kadar Karadenizliyi İstanbul’da bir arada bulamazsınız. Oradan, buradan söyleştik derinlere dalıp. Ama benim aklım başka yerde. Bir türlü lafı oraya getiremiyor, kıvranıp duruyorum. Dayanamadım, derdimi önlerine seriverdim:
"Bana onu bulun" dedim.
"O kim?"
"Kemençeyi gizlice kaçıranı..."
"Bu, bu, bu", diye birbirlerini gösterdiler gülüşerek. Bozulmuştum, anlamadılar beni.
"Haydi, biraz daha dolaşalım" dedim ve arkadaşımla birlikte çıktık. Halimde bir tuhaflık sezmiş olacak ki: "Ne oldu sana?" diye sordu.
"Bana onu bulacaksınız, arkadaş" dedim, arkadaşım Yani’ye. "Onu bulmadan hiçbir yere gitmeyeceğim."
"İyi ama daha adını bile bilmiyorsun."
"Olsun, ben onu sesinden tanırım."
"Nasıl?"
"Sen bana şimdiye kadar çıkmış tüm plak ve kasetleri bul, gerisine karışma."
Pontosluların geniş bir plak ve belge arşivinin olduğunu önceden öğrenmiştim. Yunanistan'a turistik bir gezi amacıyla gelmemiştim ki! Beni buralara kadar sürükleyen sebep, neredeyse ulusal onurumuz ve bir kimlik sembolümüz olan kemençenin, bir Yunan pulu üzerinde resmedilmesiydi. Günlük bir gazetede okuduğum "Yunanlar kemençemize de sahip çıktı" haberi yıllarca aklımdan çıkmamıştı. Ne ilgisi vardı kemençemizin onlarla? Ne işi vardı o pulun üzerinde üç telli kutsal çalgımızın? İçime düşen kuşkunun esiri olmuştum.
Meğer işin aslı, hiç duymadığım, yıllarca biz Türklerden gizlenen tarihi bir dramın içinde saklıymış. Öğrendiğimde tarih başıma yıkıldı.
Kemençeyi yıllar önce bir arada yaşadığımız Pontoslular kaçırmış Yunanistan’a. Sonra, yıllarca anasız babasız, öksüz bir evlat gibi kucaklarında saklamışlar onu. Ne zamanki sürgünler kendilerini yeni yurtlarında bir yurttaş gibi hissetmeye başlamışlar, o zaman çıkarmışlar ortaya kemençelerini. Çok acıklı hikâyeler dinledim iyi bir insan yüreğinin katlanamayacağı. Üzüldüm, gerildim, olmaz dedim… Buraya kadar tamam; asıl aradığım, yurtlarından zorla uzaklaştırılırken, o kan, barut heyulası içerisinde yanlarına herhangi bir eşya almaları yasaklanmışken, daha da önemlisi can derdine düşmüşlerken, kemençeyi koynunda kimin sakladığıydı.
Selanik’te küçük bir ayrıntıya tanık oldum. Bizde horon dik oynanır. Zaten burada da, yani Selanik'teki Pontosluların Türk Horonu diye oynadıkları oyuna da “Tik” diyorlar. Demek, yiğidin hakkını yiğide veriyorlar. Ben de vereyim; kemençeyi bizden iyi çalıyorlar. Trabzon'dan yüzlerce kilometre uzakta, ayakların yere vururken çıkardığı ses, oynayanı da izleyeni de kendinden geçiriyor. Bir de kemençeci coşkun akan bir derenin akordunu tutturmuşsa ellemeyin, günahtır.
Kanımıza işleyen o esrarengiz ritme, o kutsal tınıya aşığım ben. Babaannemin namaz kılarken radyoyu açık bıraktığını ve hoşlandığı bir türkü çıktığında sesi yükseltmek için namazı yarım bıraktığını bilirim. Bunu da bizim insanlarımızın yaratana saygısı olarak değerlendiririm.
Yüreğimiz, ritmini dağlardan, derelerden, yaylalardan aldı. İstanbul'da dinlediğimiz bir kemençede o derenin çağıltısını duyarız, o dağ tepeleri sevgilimizin memeleri gibi gözbebeklerimizde canlanır. Yaylalar vurur usumuza ninelerimizin kucağı gibi sıcak ve şefkatli. Biz mi onların bir parçasıyız onlar mı bizim Allah bilir; bir sevdalıktır aldı gidiyor. Selaniklere kadar sürüklendiğimize göre bir hikmeti var demektir. Sağ olsaydı da babaanneme, ha bu gâvurların da horon oynadığını, türkü söylediğini anlatsaydım. Yerin kulağı varmış ya, babaannemin "Sevdalığın yeri, milleti olmaz, uşağum" diyen sesini duyar gibiyim. Titredim. Karşılaştığım her yaşlı Pontoslu kadında babaannemin sesini aradım.
Neyse… Pontoslu arkadaşım Selanik'teki bir yerel radyoya götürdü beni. Sabırsızlık içimi bir kurt gibi kemiriyordu. Radyo yirmi dört saat kemençe, tulum, kaval eşliğinde bizim havaları çalıyormuş. Sahibi de Pontos kökenliymiş. Arkadaşım derdimi radyodakilere anlattı, onlar da ellerindeki tüm arşivi hizmetime sundular. Halime bakıp dalga geçmeyi de ihmal etmediler:
"Haydi, bakalım Ofli, bul şu kaçakçıyı."
"Bulacağım" dedim.
Herkes merakla beni izliyordu. Bense, masaya oturur oturmaz kendimden geçmiş bir halde onu arıyordum. Ara vermeden iki saat plak ve kaset değiştirdik. Bir ara kulağımı dinlendirmemi önerdiler, kabul etmedim. Sanki izini buldum da kaybetmek istemiyordum. Bu arada bizim oralarda söylenen birçok türkünün aynı kaydeyle Rumcasına rastladım. Kim kimden çalmıştı acaba? Şakayla karışık sorduğumda "Birbirimizden" diye yanıtladılar.
Vakit öğlen yemeğine dayanırken ara vermeyi düşünmeye başlamıştım. Son kırk beşliği koyup kalkmaya davranıyordum ki o da ne? Tanıdık bir ses.
"Susun" diye bağırdım:
"Trabizon'dur yolumuz
Para tutmaz elumuz
Güzel kızlar olmasa
Ne olurdi halumuz
Derenin derincesi
Akar suyun incesi
Y a bak nasıl çaliyor
Niko'nun kemençesi"
"Aman tanrım, bu o!" deyip havaya sıçradım. Radyodakiler sus pus olmuşlardı. Bulmuştum onu. Sevincimden yerimde duramıyordum. Farkında olmadan bana rehberlik eden arkadaşıma sarılmışım:
"Buldum onu, Yanis, buldum!" Herkes birbirine bakıyordu. Yanis:
"Ofli, Niko yaşıyor" dedi gülümseyerek.
"Bırak dalgayı şimdi" dedim afallayarak.
"Doğru söylüyorum, Selanik'e yakın bir köyde yaşıyor ama artık kemençe çalamayacak kadar yaşlı. İstersen gider buluruz onu."
Sevincim şaşkınlığa dönüşmüştü. Körün isteği bir göz, şu Allah'ın ettiği işe bak! Dikkatli gözlerle odadakilere baktım, şaka etmiyorlardı.
"Haydi o zaman" dedim, "Çabuk!"
"Dur hele, önce yemek yiyelim" diyerek zor zapt ettiler beni.
Yemekten sonra hemen yola çıktık. Fotoğraf makinemi ve küçük teybimi yanıma almıştım; tarihi bir ânı saptayacak olmanın heyecanı içerisinde sabırsızlanıyordum. Yol arkadaşlarımın takılmalarını duymuyordum bile. Kolay mı böyle birini bulmak, yetmiş yıl öncesinin Trabzonunu anlatacak, hem de kendi göz izleriyle.
Niko'nun köyüne vardık. Gözlerim hemen bizim köyleri arandı; hani o yamaçlarda tek tek ve birbirinden hayli uzak kurduğumuz evler, geceleri dere çağıltısı ve çakal koroları dinlediğimiz, her mahallesinde bir minare, yollarında karşılaştığımızda "Selamünaleyküm" dediğimiz insanları olan köyler. Nerde... Buralar dümdüz. Evler kentlerdeki gibi göt göte -aynen öyle-, yollar asfalt, bağırsan sesini yankılayacak bir tepe yok. Sokaklarda iyi giyimli insanlar, erkekten kaçmayan güzel kızlar ve kadınlar. Bunlara köylü demeye bin şahit ister. Üstelik tarlalarda ne karalahana ne mısır ne de hıyar folu görebildim. Bizim tüfekle, baltayla kovaladığımız, tarlalardaki mısırlarımızın düşmanı domuzların burada keyfi var, yedikleri önde, yemedikleri arkalarında.
Köylülerden birine Niko'nun evi soruldu. Tarif üzerine evini bulduk. Bahçeli, tek katlı bir binaydı. Gözlerim bahçesinde karayemiş ağacı arandı, yoktu. Olsun. Kapıda, oğlu ve gelini olduğunu öğrendiğimiz kişiler karşıladı bizi. Geliş amacımız anlatıldı. Hemen içeriye davet edildik. Heyecanım son safhada ama belli etmemeye çalışıyordum.
Odada, bir koltukta oturan, yaşlı, beyaz saçlı, kalın siyah çerçeveli gözlüğü tanıdık bir burun üzerinde, kırış kırış yanakları sinekkaydı tıraş edilmiş sevimli bir insanla karşılaştık. Bizi görünce şaşırdı. Ayağa kalkmak istedi. Kalkamadı. Oğluna baktı, kim bunlar dercesine. Arkadaşlarım sırayla tanıttılar kendilerini. En son ben kalmıştım. Yanına yaklaşıp adımı söyledikten sonra:
"Trabzon'dan geldim" dedim.
"Trabzon'dan mı?" diye şaşkınlıkla sordu.
"Evet, Trabzon'dan."
Yüzüne, şaka yapıldığına inanmış bir gülümseme yayılmış, odadakilere bakıyordu. Onlardan onay beklediğini anladım:
"Evet dede, Trabzon'dan geldi" denilince ellerini bir mucizeyi yakalamak istercesine bana doğru uzattı. Gözlerimin içine bakarak elimi tuttu;
"Neresindensin?"
"Of'tan."
Yanına oturttu beni; bir yandan bana, bir yandan da odadakilere bakıyordu. O an aklından ne geçtiğini, hafızasının nerelere uzandığını, gözlerinde nelerin canlandığını öylesine bilmek isterdim ki…
Herkes pür dikkat ikimizi izliyor, olacakları en az benim kadar merak ediyorlardı. Odaya çöken sessizliği O bozdu:
"Buralarda ne arıyorsun?" diye sordu.
"Seni bulmaya geldim. Bana, sizin bıraktığınız Trabzon'u anlatmanı ve ne olursa olsun bir şarkı söylemeni istiyorum. Bu kadar yolu sırf o yüzden geldim."
Yaşlı kemençeci yaslandığı koltuktan hafifçe doğruldu. Yanında duran bastonunu iki elinin arasına alıp çenesini ellerinin üstüne koydu. Bir süre önüne baktıktan sonra kafasını kaldırıp gözlerini avluya bakan pencereye doğru yöneltti. Bizi unuttuğu; geçmişine, bizim bilmediğimiz, anlatsa da anlayamayacağımız anlarına daldığı yüz ifadesinden belli oluyordu. Sanki bizi de o yolculuğa götürmek istiyor ancak, gerekli olup olmadığına karar veremiyordu.
"Hey gidi Trapezunta..."
Kalın gözlüklerinin altından süzülen yaşları avuçlarımla toplayasım geldi, yere düşmesinler diye. Hepimiz önümüze bakıyorduk. Dudaklarıma yayılan ve onu bulmamdan kaynaklanan mutluluk tebessümü donmuş, ne söyleyeceğini bilemez hale gelmiştim. Acaba kötü anıları anımsatarak rahatsız mı etmiştim onu? Ben bunu düşünürken Niko, odadakilere anlatmaya başladı:
"Yirmi yaşındaydım. Mahallemizden bir kız, Trabzon'un hemen yanındaki Zefanos köyüne gelin gidiyordu. Beni de kemençeci olarak çağırmışlardı. Kilisedeki tören bittikten sonra köy halkı meydanda toplandı. Horon başlamış, ben kemençe çalıyordum. Bir süre sonra köyün dışından bir kervanın geçtiğini gördük. Önde on kadar atlı, arkada bir o kadar yüklü katırlar vardı. Bizi görünce durdular. İçlerinden biri bize, horona doğru gelmeye başladı. Gelen kişi horona elli metre kala atından indi. Tepeden tırnağa silahlıydı. Silahlarını çıkarıp atının üzerine astı. O zaman onların kaçak tütün taşıyan bir kervan olduklarını anladık. Adam yürüyerek yanımıza geldi ve selam verdi. Düğünümüz olduğunu öğrenince hayırlı olsun dileğinde bulundu ve arkadaşlarıyla birlikte horona girip giremeyeceklerini sordu. Köyün delikanlıları onları davet etti. Gelen kişi uzakta bekleyen arkadaşlarına el etti. Hepsi silahlarını atlarının üzerlerinde bırakarak horona girdiler. Bizim gibi zıpka şalvar giyiyorlardı. Horona arkadan baktığında kimin Rum, kimin Türk olduğunu anlayamazdın."
Gözlerini pencereden ayırmadan bir süre sustu. Bizden bir söz bekler gibiydi.
"Sonra dede", diye soruverdim.
"Sonrası... Horon bitti. Teşekkür edip kervanlarının başına döndüler. Birde baktık içlerinden biri silahlarını kuşanmış, atıyla meydana doğru geliyor. Atının terkisindeki bir balya tütünü meydanın ortasına bıraktıktan sonra, arkasına bakmadan arkadaşlarına yetişmek üzere hızla uzaklaştı."
Bu sefer pencereye doğru bakma sırası bana gelmişti. Gözlerimi odadakilerden kaçırmıştım. Öylesine canlı anlatıyordu ki Niko, sanki kemençe çalıyor, hepimiz o an orada horon oynuyor, tütün balyası ortamızda duruyor ve artık çıplak gözle bir daha görülemeyecek kadar uzakta olan o tütün kaçakçılarını yeniden görebilmek için gözlerimizi kısıyorduk. Niko devam etti:
"O kahrolası muhacirlik vakti geldiğinde yanımıza hiç bir şey almamıştık. Her şeyi olduğu gibi bıraktık. Ne bilelim; kısa bir yolculuğa çıktığımızı sanıyorduk. Evlerimizi terk ederken bardakları, tasları sofrada bıraktık. Birisi uğradığında istediği gibi yesin içsin, bacamız tütsün, evimiz konuklamaya devam etsin diye.. Kim kabul edebilir binlerce yıllık topraklarından, yurdundan, bir daha dönmemecesine uzaklaştırılmayı?"
Teybimi kapatıp Niko'ya döndüm. Bu ânı kaydetmek değil, yaşamak istiyordum. Kafamı kurcalayıp duran, beni buralara kadar sürükleyen soruyu kahramanına yönelttim:
"Dede, yanına hiç mi bir şey almadın?"
Bir an sanki gözlerinde, Meryem Ana deresinde, akıntıyla dalga geçercesine ters yöne yüzen alabalığın yansısı parıldadı. Ne demek istediğimi anlamış gibi başını hafifçe yana çevirip:
"Aldım aldım. Şu duvarda asılı duran kemençeyi…"
Ardından gırtlağını ısındırdığını anlatan sesler geldi Niko’dan. Dikkatimiz son safhasındaydı artık:
“Tirabzon’un içinde
Hem mum yanar hem fener
Bizi kavuşturanın
Mezarına nur ener”
Bir daha doğduğu toprakları göremeyen, ona olan hasretini şarkılarına vuran bu yaşlı dedeye, kemençeci Niko'ya sarılıp yanaklarından öptüm. Kafamı kaldırmadan:
“Senin için ne yapabilirim dede?” diye soruverdim.
Sessizce bana baktı. İçtenliğimi ölçüyor düşüncesine kapıldım. Daha fazla düşünmeme izin vermeden:
"Evlat, Trabzon'un herhangi bir yaylasında veya yayla yolunda, ağaç kabuğundan yapılmış şilonlardan akan o buz gibi soğuk sulardan içerken bizleri, yani eski yurttaşlarınızı unutmayın, olur mu?"
Onu boynu bükük önüne bakarken bırakıp ayağa kalktım. Tam, içim ezik, duygularım alt üst olmuş kapıdan çıkıyordum:
"Hey, delikanlı!", diye seslendi titreyen sesiyle,
"Selam olsun o günlere!"
https://www.novelheroes.com/tr
NİKO'NUN KEMENÇESİ
Selanik’teyim. Heyecandan yerimde duramıyorum. Kemençenin sesi dışarıdan bile duyuluyordu. İçeri girip önceden ayrılmış olan masaya oturduk. Hemen etrafımız sarılıverdi. Sonra art arda sorular: "Nerelisin? Adın ne? Memlekette durum nasıl?" Şaşırdım kaldım; sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz da epeydir görüşmüyoruz gibiydik.
28 Nisan 2020 - 16:11
Bu haber 2273 defa okunmuştur.
YORUMLAR