ORDU YÖRESİ EFSANELERİNDEN
#VadeYeliEfsanesi (Alıntı)
#Gölköy’ün #Hapsamana adıyla anıldığı çok eski devirlerde, Müslümanlarla Ermeniler yan yana yaşamaktaymışlar. Yer yurt Müslümanların, fakat para, zenginlik ve servet Hıristiyanların elindeymiş.
Civarda Müslüman bir bey varmış. Eli açık, merhameti sonsuz bir bey. Zaten, Hıristiyanlar, biraz da bu bey sayesinde rahatça yaşıyor, servet edinebiliyorlarmış. Bey, onları Müslüman halktan ayırt etmiyor, kimselere ezdirmiyormuş.
Bu beyin çok güzel bir kızı varmış. Taze mi taze! Habsamana kırlarında yetişen çiçekler gibi iç açıcı, gönül doldurucu bir güzelliğe sahipmiş. Gönlü hoş, kendi hoş bir güzelmiş bey kızı.
Civarın zenginlerinden bir Ermeni ona âşıkmış. Kızı defalarca ister, bütün servetini bu uğurda harcayacağını ileri sürermiş. Din farkı bir yana, Ermeni zengini beğenilecek gibi de değilmiş. Çirkin mi çirkin, yaşlı, berbat bir adammış. Hem farklı inancından, hem de yaşından dolayı bey kızını istemeye cesaret bile edemiyormuş. İçin için de kız için yanıyormuş.
Bu tek taraflı sevdası, uzun zaman devam etmiş. Bu arada zenginleştikçe zenginleşmiş, bundan cesaret alarak da bey kızını istemeye başlamış. Fakat her seferinde de münasip bir dille geri çevrilmiş.
Aradan bir hayli zaman geçmiş. Hapsamana dağlarında şiddetli bir kış olmuş. Tepelerdeki yeşillikler ağır ağır kar altında kaybolmaya başlamış. Beyaz kar örtüsü, aylarca dağları, tepeleri, vadileri, düzlükleri örtmüş. Bir avuç yeşillik görülmez olmuş ortalıkta. Hayvanlar otsuz, yemsiz kalmış. Sadece hayvanlar mı? Halk da ambar diplerindeki son taneleri çorba yapıp bitirivermiş. Çocukların rengi değişmiş, analar sütten kesilmiş, babalar kara kara düşünmeye başlamışlar.
Hapsamana’da yediden yetmişe herkes açlıkla mücadele edip, yaşama savaşı verirken, bey kızına talip olan ermeni zengininin keyfine diyecek yokmuş. Geniş tarlalarından biçtirdiği otlar ahırlarını harmanlarını doldurmuş, evindeki kilerinde aylarca yetecek kadar mahsulü hazırmış. O, bunca fakirlik çeken komşularının ıstıraplarına kulaklarını tıkamış, kendi âlemini sürdürmekteymiş.
Hapsamanalılar, aralarında barındırdıkları, yaşattıkları bu zengin Ermeni’den yiyecek istemeye karar vermişler. Nasıl olsa kış bitecek, etraf yeşillenecek, onların tarlaları yine ekin verecek, o zaman borçlarını ödeyeceklermiş. Gitmişler Ermeni’nin yanına, hallerini anlatmışlar. Aslında durumları meydanda imiş ama yine de borç olarak veya parası karşılığında bir miktar buğday, mısır ve hayvanlarına ot vermesini rica etmişler.
Zengin Ermeni onları şöyle bir süzmüş, tıklım tıklım dolu ahırlarına, yiyecek dolu kilerlerine doğru bakışlarını çevirmiş ve küçümser bir ifadeyle:
-“Veremem” demiş. “Ne parasıyla, ne de borç olarak veremem”
Bir tuhaf olmuş bu sözleri duyan köylüler. Böyle bir cevap beklemiyorlarmış. Bir müddet şaşkın şaşkın birbirlerine bakmışlar. Nihayet içlerinden biri:
-“Bak çorbacı”, demiş, “senelerden beri aramızda yaşarsın. Diline karışmadık, dinine karışmadık. Başın ağrıdı biz koştuk, öküzün hastalandı biz baktık. Tarlanı biz ektik, biz kaldırdık. Ne sana ne malına yan gözle baktık. Zenginsin diye kapına gelmedik bir gün. Ama şimdi dardayız. Senden istediğimiz sadaka değil. Şurada iç içe koyun koyuna yaşıyoruz. Bugün sende var. Parasıyla olsun açlarımıza yardım et.”
Ermeni, bu sözlere, sitemlere aldırmamış bile. Şımarıklığı, onların, kendisine dokunmayacaklarını bildiği içinmiş. Cevap vermiş onlara:
-“Dedikleriniz doğrudur. Beni aranızda barındıran sizlersiniz. Zora kalınca canımı da alırsınız. Ama ne devletiniz, ne de inancınız bana kötülük yaptırmaz. Mal benim, buğday, mısır, ot benim. İster satar, ister yakarım. Çok mu bunaldınız açlıktan? Öyleyse bir şartla size yiyecek veririm. Bey, kızını bana versin, onunla evlendirsin beni.”
Köylülerin, sanki gökten bir taş düşmüş başlarına o anda. Ermeni’nin bu sözleri karşısında dehşete düşmüşler. Yürekleri dolu dolu, boyunları bükük, dilleri tutuk, hiçbir söz söylemeden ayrılmışlar derhal onun yanından. Evlerine kapanmışlar utançlarından. Bin pişman olmuşlar. Ama bey, bu olup bitenleri duymuş, kızı da öğrenmiş gaddar Ermeni’nin teklifini.
Günler, günleri kovalamış. Açlık, kundaktaki sabileri kırıp geçirmeye başlamış. Artık köyde, civarda yenecek hayvan da kalmamış.
Ermeni, ortalığın bu feci halini görünce, teklifini açığa vurmuş:
-“Bey, ya kızını bana verir, benimle evlendirir, ya da halkının açlıktan ölmesine rıza gösterir”
Bey, artık açlığın dayanılmaz bir hal aldığının farkındaymış. İstese, bu adamın malını da, canını da zorla alırmış elinden ama ortada kendi kızının adı olduğu için bunu yapmasının kötü olacağını düşünmüş. Devletin, Ermeni de olsa bu adamı kendisine emanet ettiğini, onun için fedakârlığı kendisinin yapması gerektiğini kızına açıklamış:
-“Evladım”, demiş, “Vaziyeti görüyorsun, köylüler açlıktan kırılıyor. Her şey sana bağlı. Seni bu adama vermek istemem ama şimdi vermem lazım. Halkım için, köyde yaşayanlar için”
Bey, kızına bu teklifi götürürken gözyaşlarını da tutamamış. Kızı, o kır çiçeği kadar güzel kızı, babasının bu çaresiz hali karşısında, yaralı yüreği ile cevap vermiş babasına:
-“Baba” demiş, “köylülerimiz için, ufacık yavrular için, nineler için, emmiler, dayılar için canım feda olsun. Ben bir kurbanım baba. Varsın Ermeni’nin dediği olsun. Ama bana bir gece izin ver. Evimde kalayım. Yarından sonra gönderirsin beni o zalime.”
Haber, ölüm haberi gibi bütün köylere yayılmış. Her evde hıçkırık sesleri, her evde cenaze varmış gibi ağlamalar duyulmuş. Köylüler Ermeni’ye haber uçurmuşlar.
Ermeni, sevincinden coşmuş, zıplamış. Keyfinden odalara sığamaz olmuş. Konağının bütün ışıklarını yakmış.
O saatlerde bey kızı, Allah’a yalvarmaktaymış:
-“Allah’ım, sen komşularımı, din kardeşlerimi koru. Onlara yardım et. Sana sığınıyoruz. Bizleri, açlıkla cezalandırma. Çocukların, yaşlıların daha fazla acı çekmelerine rıza gösterme…”
Bey kızının yakarışları sabaha kadar sürmüş. Seccadesinin üzeri gözyaşlarıyla ıslanmış. Ortalığın aydınlanmasına yakın, dışarıdan hafif bir ses duyulmuş. Bir hışırtı gelmeye başlamış, çok uzaklardan. Merakla, endişeyle pencereye koşmuş bey kızı. Bakmış, aylardan beri kıpırdamayan dallar sallanıyor. Seher yelinin sesi gittikçe genişliyor. Ortalığı kaplıyor.
Bu gördükleri karşısında, heyecanını yenemeyen bey kızı, tekrar seccadesine koşmuş ve yakarışına devam etmiş:
“#Es #vade #yeli #es, #Gâvuru, #kısmetimden #kes.”
Birden, bir gürültü, bir haykırış… Allah’a şükreden sesler yükselmeye başlamış bütün evlerden. Bey kızının bulunduğu oda, bu seslerle dolmaya başlamış. Bey kızı, tekrar pencereye koşmuş. Bir de ne görsün? Etraftaki tepeler, dağlar, ormanlar, çayırlar, tarlalar bembeyaz kar örtüsünden sıyrılmış. Eriyen karların altından toprağın rengi çıkmaya başlamış. Seher yelinin dokunduğu her çalı tomurcuklanmış, her dal yeşermiş. Tarlalardaki otlar bükük boyunlarını kaldırmış, yeşillenme yarışına bürünmüş her taraf.
Köyler sevinç içine girmiş. Sadece ruhundaki karanlık yüzüne vuran tek kişi, matemdeymiş. Yiyecek dolu evinin karanlık bir köşesine çekilmiş, arzusuna kavuşamamanın verdiği hırçınlıkla, kapısını, penceresini doğan güne karşı kapatmış.
Köyler mutlu, bey kızı mutlu, bey mutlu olmuş. Seher yeli, bu mutluluğu ta uzaklara kadar yaymış. Köyün üzerinden aşırıp, tepeler, vadilere, düzlüklere kadar götürmüş.
O gün, bugün Gölköy civarında her sabah, #SeherYeli'nin hışırtısı hissedilirmiş.
Şaban Zaimoğlu